11 Nisan 2013 Perşembe

mırıl hanım

Bundan sekiz ay önce fena halde işkillendiğim şeyden emin olmak, bu belirsizliğe bir son vermek için tavsiye üzerine bir hastanenin yolunu tuttum. Biraz kaçınılmaz sonu ertelemek için, biraz da endişeden, biraz da sallamaktan tabii, epeyce geç kalmıştım. Doktor karnımda artık kollu bacaklı bir fasülye olmuş ufaklığı görünce "büyümüş bu!" dedi. Hamile olduğunu anlamayacak kadar hıyar biri değilim. Ama işte, insan bu kadar büyük bir sürprizi hemen hazmedemeyebiliyor. Şüphelendiği anda hemen cevabı bulmak yerine cevaba dahi hazır olamayabiliyor. Hatta kesinkes emin olduktan sonra bile, kabullenemeyebiliyor.

Her şey kesinleşip fasülyenin bütün detayları da ekranda görüldüğünde artık şeksiz şüphesiz biliyordum ki, belirli bir zaman sonra bu arkadaş bir evlat olarak elime verilecekti. Varlığından o anda sadece benim ve bir iki kişinin daha haberdar olduğu bir hayat oraya yerleşmiş, orada gelişmeye başlamıştı. O hayat artık bana emanetti, bir aksilik olmazsa, büyük ihtimalle ömrümün sonuna kadar beraber olacaktık. O anda, yeryüzünde sadece o ve ben vardık sanki. Onu kimse istemese bile ben isterdim. Onu kimse sevmese bile ben severdim. Biz artık "ikimiz" olmuştuk, babası isterse bize katılabilirdi.

Hiç beklemediğimiz bir anda gelen bu hayatı ağırlıklı olarak şaşkınlıkla karşıladık. Sonra alıştık tabii. Sonra da endişelenmeye başladık. Mesuliyeti tamamen bizde olan ufak bir insanı layıkıyla yetiştirecek kadar donanımlı mıydık? Evliliğimiz iyi gidiyordu ve genç yaşları geride bırakıp hafiften olgun yaşlara geçmiştik. Zemin ve şartlar müsaitti ancak biz hiçbir zaman çocuk için deliren tipler olmamıştık. Evlat elbette güzel bir şey, ancak beraberinde ağır bir mesuliyet de getiriyor. Aynı zamanda maddi ve manevi olarak da ağır bir mesai istiyor. Peki bütün bunlardan bizim ödümüz patlarken millet bir modaya kapılmış nasıl da pıtır pıtır yavruluyor?

Anne-baba olmak için deliren tiplerde genellikle üç şeyi gözlemliyorum.
Bir; çocuğu bir oyuncak olarak görüyorlar.
İki; çocuğu bir proje olarak görüyorlar.
Üç; çocuğu bir statü nesnesi olarak görüyorlar.

Evvela şunu yazayım, çocuk, "yapılan" bir şey değildir. Kek yapılabilir, resim yapılabilir, temizlik yapılabilir. Bunlar, her şey yerine getirildiğinde problemsiz olarak netice veren eylemlerdir. Ama insan üremesi neticesi bir hayat meydana getirmek tam olarak "yapmak" sayılmamalı. Çünkü hem neticeler çok çeşitli ve belirsiz, ve her üreme eylemi (her şartı yerine getirseniz bile) bir hayatla neticelenmiyor. Şimdi de artık bir tutku haline getirdiğim modelleme kısmına geçeyim.

Çocuğu bir oyuncak olarak gören tipler genellikle bebekleri çok seven, gördükleri yerde bebek-çocuk kilitleyen, acubucu meraklısı, olsa da sevsem, olsa da giydirsem diye deliren model. Bunların genellikle çocuk yetiştirmek hakkında hiçbir fikri yoktur ve bir çocuğu çok sevmenin her şeye yeteceğini, istediği her şeyi yaparak şahane mutlu bir çocuk yetiştirebileceklerini zannederler. Bu şekilde ihtiyaçlarını ve isteklerini karşıladıklarını sanarak kendilerini tatmin ederler. Çocuk onlar için bir insan değil bir aksesuardır, giydirip süsleyip yanlarında gezdirir, sever, herkese gösterir, daha da çok severler. Çocuktan çok bir evcil hayvana ihtiyaçları vardır.

Çocuğu bir proje olarak gören tipler, hayatta belli alanlarda muvaffak olmuş, bu muvaffakiyet zincirine bir de çocuk yetiştirmeyi eklemek, "görün bakın nasıl oluyormuş" diye göstermek derdindedir. Günüyle saatiyle plan yapıp neticede anne baba olduklarında ise inanılmaz derecede kontrollü, çocuğu kusursuz bir şekilde eğitme konusunda da takıntılı oluyorlar. Çocuk ufak bir hata yapsa bile bunu kendi başarısızlığı gibi görüp sinirden fıttırabiliyorlar. Neticede bunalımlı, yalnız insancıklar yetiştiriyorlar.

Çocuğu bir statü nesnesi olarak gören tipler de, evli değilken evli olup evlilerle takılmak, toplumda evli olarak, evlenmeyi başarmış olarak kabul görmekten hevesini aldıktan sonra aynı şeyi çocuklu olmak, çocuklu olarak görülmek ve kabul görmek için anne baba olmayı istiyorlar. Bunlar genellikle kadınlardan çıkar, mottoları "ben her şeyden önce bir anneyim"dir.

Bütün bunların dışında bir insanın (ya da iki) bile isteye, aklı başındayken çocukla neticelenecek bir üreme eylemine girişmesi çok zor. Ama bir kere olduktan sonra ondan vazgeçmek de çok zor.

Neticede dokuz ayın sonunda, tam da doktorunun söylediği günde, pek bir belirti vermeden hastaneye kontrole gidiyoruz diye gidilip orada başlayan bir doğum neticesi mırıl mırıl bir kız bebek kucağımıza verildi. Anne baba olma kararını aklı başında olarak vermek ne kadar zorsa, doğum yapmak da öyle zormuş. Hatta vücutta şahlanmış hormonlar falan olmasa, asla ayık kafayla yapılabilecek bir şey değilmiş. Hadi bir kere oldu, ikinci defa bir insanın bunu kendine yapması mümkün değil. Ama sonunda verdikleri nefis minik şey her acıya, her sıkıntıya değiyor. Daha da güzeli, o nefis minik şeyi yanımızda eve götürebiliyoruz, bizim oluyor.

Mırıl Hanım ile ilk günlerimiz, onca anne-baba-hala-dayı-dede-kardeş-arkadaş arasında uzun uzun birbirimize bakışarak geçti. O karnını doyurup uyuyunca da ben ona bakmaya devam ediyordum. Tülden kirpiklerini, mercimek gibi tırnaklarını, kuş kadar ağzını, kağıttan kulaklarını seyredip pıt pıt atan minik kalbini düşündükçe gözlerim doluyordu. Bir yandan da ona bakmaya kıyamıyordum. "Gözünden sakınmak" diye eskimiş, yıpranmış bir ifade var ya, şarkılarda herkes birbirini gözünden sakınır ve biz gözünden sakınmanın ne olduğunu bilmeyenler bunu öylesine bir şey olarak dinleyip geçeriz. Gerçekte insanın birisini, bir şeyi gözünden sakınması hem bakmaya doyamamak, hem bakmaya kıyamamak oluyormuş. Gözünden bile sakınmak, daha fazla bakarsa bir şey olacak, bu şahane işleyiş, bu muazzam mutluluk bozuluverecek diye korkmakmış. Hepsi bir yerde. Aynı anda. İşte bu, insanın içini daha önce hiç kimseye karşı hissetmediği acayip şeylerle dolduran hal de annelik olsa gerek.

Evin içinde tazecik bir bebek olduğunda, onun yüzüne bakmaya alışınca, geri kalan her şey çok kaba, çok çirkin, çok kirli görünüyor. Kendim dahil. Aynaya baktığımda kocaman burun delikleri, kıvrımlarında hayalkırıklığı, öfke, mutsuzluk gizlenmiş bir ağız görür oldum. Ben de kendimi severim sanırdım.

Herkes anneliği farklı farklı tecrübe eder diye tahmin ediyorum. Benim anneliğim de hiç beklemediğim bir zamanda gelen, üzerime giyiverdiğim bir elbise gibi oldu. Altında aynı ben duruyorum, ama elbiseyle bir başka oluyorum. Bu yazıyı yazmak için iki ay bekledim, duygularım biraz durulsun istedim. Ama beklemesem daha iyiymiş sanırım.

bunları da bilelim

Related Posts with Thumbnails