21 Şubat 2017 Salı

özgür olsun ama şımarık olmasın; çocuk olsun ama köşe yastığı da olmasın

Hepimiz, hayatımızın bir döneminde 5 yaşında tamamen ana baba kontrolünden çıkmış, çaresiz ana babanın "özgür yetiştirdik :/" cümlesinde teselli bulduğu bir çocukla tanışmışızdır.

Yemek masasında yiyecekleri sağa sola atan, boyundan büyük öfke patlamaları yaşayan, babasına vurup anasına çemkiren bu bacak kadar yaratıklara uzaktan bakarken hangi birimiz "aslında tek ihtiyacı temiz bir sopa" diye düşünmedik?

Biliyorsunuz, artık her şeyin en güzelinin bilindiği bir dönemdeyiz. Bebeğine/çocuğuna organik yedirmeyen, her gün en az iki saat "ekkinlik" yapmayan, saç diplerine kadar kek hamuruna batmalı "küçük aşçı iş başında" fotoğrafı çekmeyen anne biraz eksik, biraz yarım. Bunların yanında kim çocuğuna kötek atan ebeveyn olmak ister ki? Kendi neslindeki herkes gibi gayet de "anne terliği" ile büyümüş bu kimseler kötekten başka terbiye usulü bilmediği için modern ana babalıkta çoğunlukla çuvalladılar. facebook'tan, instagramdan öğrendikleri kadarıyla yapmaya çalıştıkları "ekkinlikler" sayesinde çocukla "bağ" kuramadılar. İçi boş laflar, "nasıl"ı olmayan yuvarlak ifadelerle dolu kitapları okuyup okuyup daha da çuvalladılar. Kişisel gelişimden de zaten hiç nasiplenememişlerdi, çocuğa "yapma" demenin yeterli olacağını sandılar, yol gösteremediler. Kötek de atamadılar. Çocuklar ziyan oldu.

hep babası şımarttı bunu
Mevzu uzun, mevzu derin. Ben de şımarık çocuğunuzu nasıl eğitirsiniz kitabı yazacak değilim. Öyle bir sabrım ve kabiliyetim olsa şu anda bunu paraya çevirmenin yollarını arıyor olurdum. "terbiyecianne" diye instagram hesabı açar, "mola köşesi nasıl olmalı" diye postlar atardım. Montessori oyuncaklarını dizerdim boy boy. Bebelerim arada kanepeye iki oyuncak saçtı mı "analık işte, hayat ne zor" diye yalandan dertlenirdim.

Bütün bu analık temalı instagram hesaplarının, titiz bloggerların ve "keyif ehli" gibi görünen facebook analarının ortak salaklığı analığı aşırı ciddiye almaları, baba yaratığını ise tümden kenara atıp sorumluluğu komple üzerlerine almaya çalışmaları. Tamam ciddiye alınmayacak mesele değil, ama "aşırı" ciddiye almak? Her şeyi kontrol edebileceğini sanmak? Her şeyi aşırı ciddiye alan bu beyazyaka tayfasının çocuklarında görülen aşırı şımarıklık da bir nevi bu manasız ciddiye almanın tezahürü. 4 yaşında çocuğu göndereceğin en pahalı okulda da oyun var, en ortalama okulda da. Ben bizim bebeyi evimize en yakın, sahibinin kendi çocuğunu da aynı yerde eğlediği, en az kalabalık yere gönderiyorum. Her ay "çocuğumun gelişimi" raporuna ihtiyacım yok çünkü zaten çocuğumun nasıl bir gelişim gösterdiğini kendim takip edebiliyorum. Bunu yapan insanlara maaş veren kurumun fazladan maliyetini
yüklenmiyorum. Sırf elaleme gösteriş olsun diye filanca okula avuç dolusu para döken adamda özgüven mi var ki çocuğuna özgüven versin? O özgüven sende olacak, çocuğun üç gün aynı kıyafeti giymek istedi diye çocukla kavgaya tutuşmayacaksın. Bizim bebe iki ay önce bir elbise beğendi, öyle pahalı bir şey de değil, gayet ortalama bir giyim markasından. Aldığım günden beri 2-3 günlük fasılalar hariç, hemen her gün onu giyiyor. Rahatsız mıyım? "Ay bir şeyi yok derler" diyor muyum? Vallahi umurumda değil. O gün pijama giymedi mi? Biraz söyleniyorum ama ortada büyük bir arıza yoksa, giymek istediği şey çamurlu vs. değilse, mevsime göre fazla kalın/ince değilse salıveriyorum. İnat da bir karakterdir. Üstelik ufak tefek mevzularda istediğini verip bebenin gazını da almış olduğum için başka konularda bana arıza çıkarma ihtimali düşüyor. Bazılarına göre tembel ve biraz alakasız bir ana olabilirim ama neticede oyuncak mağazalarında kendini yere atan çocuk da benimki değil. Hele o oyuncak mağazasından hiçbir şey satın almadan çocukla el ele çıkarkenki muzaffer komutan edamı bir görseniz...

Şunu anlamamız lazım, çocuk "yönetebileceğimiz" bir şey değil. Bilakis, o bizi yönetir hahahhah... Şaka lan. Yönetmek ve yönetilmek ekseninden çıkın sayın anne-babalar. Çocuk sizi çok örnek alıyor, güzel insan olun. Elinizden telefonu bırakın. Açık havaya çıkın, bünyeyi havalandırın. Gerisi gelir. Valla bak.

31 Ocak 2017 Salı

küçük mağara adamı

Bugün sizi küçük mağara adamı ile tanıştıracağım. O sizin arkadaşınızın çocuğu. O sizin parkta gördüğünüz bir çocuk. O alışveriş merkezlerinde sıkıntıdan çareyi kendini paralarcasına ağlamakta bulmuş çocuk. O küçük bir mağara adamı. Asla konuşmaz. Bakışları donuk, hareketleri teklifsiz ve sarsak.

Mırıl Hanım'dan önce küçük insanlarla herhangi bir mesaim olmadığı için küçük mağara adamıyla tanışmam da ufaklığın park yaşlarına rastlar. Bizim bebenin elinden teklifsizce oyuncağını alan, eline geçirdiği herhangi bir odunla sağa sola vuran ve bundan herhangi bir keyif alıp almadığı belli olmayan bu canlıların varlığı yanlarında bulunan anne/anneanne/babaaanne tavrını koydukça anlam da kazanıyor. Daha öncesinde çeşitli kapalı mekanlarda ağlamaktan patlayan çocuklarla pek ilgilenmezdim. Ne çeşit yaratıklar olduğu hakkında pek de fikir yürütmemiştim. Şimdi biliyorum ki onlar, şehir hayatının hiçbir şekilde medeniyet öğretmediği insanların yetiştirdiği yavru mağara adamları. Konuşamaz ve izin isteyemezler. Bastıkları yeri bilmez, düşünce ve canları sıkılınca, acıkınca ve de susayınca ancak ağlayabilirler. Evde anne babalarına, okulda çocuklara vururlar. Anne babaları da onlara vurur. Bazen şakalı, bazen ciddili. Bazen öyle olur.

Bizim bebe ise yerde karınca görse seyre dalan, "rahatsız olabilir" dediğiniz için kedileri usul usul seven zavallı bir hanım evladı. Bir gün parkta üzerine hungamunga diye gelip hiçbir şey söylemeden elinden oyuncağını kapıveren bir yaratık görünce haliyle çok şaşırdı. Ota boka ağlayan bir çocuk olmadığı için dönüp bana baktı. Ne diyeyim? 2-3 yaşında çocuk bunlar, bizimkine "Oyuncağını çok beğenmiş" filan diyorum ama yemiyor. Huysuzlanmaya başlayınca "Geri verecek" diyorum (çünkü 2 yaşında bir çocuğa daha uzun cümle kurmak akıllı işi değil) fakat vermiyor küçük mağara adamı. Kendisine beklediğimiz üzere söz geçirilemiyor. Bir yanda ben bebemi "baktı, verecek" diye avutmaya çalışırken diğer yanda diğer bebenin bakıcısı elinden oyuncağı almak için dokuz takla atıyor. Neticede sinir harbine daha fazla dayanamayıp oyuncağı elinden zorla alıp bizimkine veriyorlar.
Bu defa küçük mağara adamı yaygarayı basıyor. Bizim bebe "neden ağladı" diye soruyor, ben ise çoktan uzaklara dalmış kafamı tuta tuta "anam anam anam" diye parktan koşarak uzaklaştığımı hayal ediyorum.

"Üzülmüş galiba. Gel salıncağa binelim"

oyuncak paylaşma gerginliğinin hemen akabinde taraflar

Başka günler, çok defalar, küçük mağara adamları elinden oyuncağını, çiçeğini, ya da herhangi bir şeyi çekip alıyorlar. Artık sorar oluyor, "neden öyle yaptı?" fütursuzca gömüyorum "çünkü ona öğretmemişler". Genellikle de duyulacak şekilde. Biz öğrettik hanımlar beyler, siz öğretmemişsiniz. Bunu yüzünüze vurmaktan kaçacak değilim.

Peki, isteseler vermez mi? Elbette verir. Bazen de vermez. Kendi bileceği iş. "Ama neden vermiyorsun kardeşe?" Allahallah, nereden kardeş oluyormuş, bu bir. Mal benim, ister veririm, ister vermem, bu da iki. Terminolojiye hakim olsa bunu diyecek küçük bir insanı yapmak istemediği şeye zorlayacak değilim. Biz her isteyene arabamızı, bilgisayarımızı veriyor muyuz? Vermek istemediğimizde  "ama niçin vermiyorsun kardeşe?" deseler bunun aynısının küfürlüsünü söylemez miyiz? Bizim arabamız, bilgisayarımız ne ise onun da oyuncağı o. Çocuğu önemsemek, dünyasını anlamak demek ona boyundan büyük doğumgünü partisi yapmak demek değildir efendiler! O oyuncakla ne yapıyor ve onu dünyasında nereye koyuyor onu takip edeceksiniz. Zor geliyorsa al sana küçük mağara adamı.

Şimdi diyeceksiniz ki "senin bebenin mizacı sakinmiş, gel de bizimkini gör" NAH sakindir. Bizim bebe var ya, inatçı eşşeğin tekidir. Bunun inadından çektiğimi bir anlatsam oturur ağlarsınız. Ama işimiz ajitasyon değil, zorlukları nasıl yenip engelleri fırsata çevirdiğimizi hehehehe... Neyse, bugün güzel gömdük, içim rahatladı. Bir sonraki yazıda da engelleri nasıl fırsata çevirdiğimi anlatırım. Şaka şaka.

20 Ocak 2017 Cuma

hasretle beklenen analık update

Mırıl Hanım 4 yaşına yaklaşırken ben de anası olarak pek çok tecrübe, kan, ter ve gözyaşı biriktirdim. Eskiden anne olmak bana çok başka dünyaların işi gibi gelirdi. Sürekli topuklu ayakkabıyla gezmek, her gün gömlek giymek, üzerinde takı varken rahat edebilmek gibi, başka kadınların yaptığı, benim hiç yapamayacağım, denemeyi dahi bıraktığım işler var, annelik de onun gibiydi.

Halbuki insan başına gelmeden çoğu şey hakkında fikir sahibi dahi olmamalı. Öyle ya, kime sorsanız "Yalan söylemek çok kötüdür", ama "İçinizde asla yalan söylemeyen var mı?" deseniz daha dürüst bir cevap alırsınız. Çoğu zaman, aynı durumda bulunmadığınız kişileri asla anlayamazsınız ve "ben olsam" ile başlayan cümleleriniz kimse için bir şey ifade etmez. (Dinleyen varsa da, gerçekten kibarlığından dinliyor demektir.)

Ben iyi bir anne olduğumu tabiatı itibariyle de aksi ve inatçı Mırıl Hanım'ın 2 yaş sendromunu idare edebildiğim zaman anladım. Bir şeyi iyi yapabildiğinizi kendiniz bilirsiniz zaten, çünkü kendi kendinizi "mış gibi" yaparak kandıramazsınız. Ben de o 2 yaşında bebenin "geliyorum" diyen huysuzluğunu bıçak sırtında kıvrak manevralarla kestiğim zaman gördüm ki bu işi becerebiliyorum. O günlerde oturup yazmayı da çok düşündüm, ama tedbirci tarafım ağır bastı, "dur bakalım, tam oldu dersin, olmaz. Biliyorsun. Bekle."

Neticede 2 yaştan da, 3 yaştan da sağ salim çıkıyoruz. Başarımı çocuğumla az konuşmama borçluyum. Gerçekten. Şu anda ufukta her konuda "neden?" diye sorma olarak özetlenebilecek 4 yaş var. "Yağmur yağıyor" "Ama neden??" "Çünkü eşşeğin pipisinden dolayı yavrum"

Bu arada bu tarz annelik, ebeveynlik temalı yazıları didaktik ve sevimsiz bir tona kaçmadan yazabilmek çok zor. Bir şeyde iyi olduğunuzu hissettiğiniz anda diğer herkes kafesin üzerinde asılı muzlara ulaşmaya çalışan maymunlar gibi duruyor ve zihninizde onlarla konuşurken sevimli ve "empatik" olmak çok zor. Maymuna empati yapılmaz. Maymun istatistiktir. Üstelik bu meseleler hakkında yazdığımda aşırı derecede hassas ve eleştiriye tahammülü olmayan bir kitleyi karşıma alacağımı biliyorum. Çocukları/bebekleri bütün gün televizyon karşısında otururken kendileri Facebook ve Instagram'da sağa sola "kuzum"lu postlar atıp bol bol dua eden emoji saçan bu anne tipine "Çocuğunla biraz ilgilenirsen elindeki oyuncakla daha taksidi bitmemiş düz ekran televizyonu kırmaz." diye akıl verecek değilim. Versem ne olacak zaten, varlığını bile bilmediğimiz acayip emojilerle konuşmayı bırakacak mı? Alışveriş merkezinde çocuk eğlenmeyeceğini öğrenecek mi? Kendini paralarcasına ağlayan çocuğunu kucağına almayı akıl edebilecek mi?


Kıtır
Ay uyuyunca melek gibi, diy mi?

Parkta, sokakta, alışveriş merkezlerinde gördüğüm bir ton acayip şey var. Bazen diyorum ki dümdüz yaz, haters gonna hate. Bazen de daha stilize, daha estetize bir gömüş ile toplumsal vazifeni yap ve belki birkaç embesilce davranışı engelle. Bilemiyorum, kısmet. Aklımdaki birkaç konuyu listeleyeyim de,  hem bir "Pek Yakında" havası gelsin, hem de bana rehber olsun.

- Bebek 101: Bu çocuğa anası mı bakacak anneannesi mi?
- Baba 101: İkinci el yerli araba fiyatına bebek arabası almak dışında fonksiyonu nedir?
- 4. Ay: Doktoru "mama başlayın" dedi
- 6. Ay: Yemek yemiyor bu
- Telefonla tanışma: "İki dakka otursun, vallahi yoruldum"
- Yaşıtları konuştu, bu bakıyor
- 2 yaş sendromu: Taksidi bitmemiş televizyonu kıran yavru ayı
- Teşekkürden önce öğretilmesi gereken birtakım insaniyet
- Adeta bir büyümüş de küçülmüş (geri kalan herkes için bir sevimsizlik abidesi)

Pek yakında görüşmek üzere. Artık uykusuz geçen gecelerde yapacak bir işim, bir amacım ve iki sivri dişim var. Hehe.

11 Haziran 2016 Cumartesi

to whom it may concern

Dilekçe yazarken biz hitap olarak "Sayın Yetkili" deriz, halbuki "Her kimi ilgilendiriyorsa ona" demek de gayet makul bir seçenektir. Ama Türkçe'de bu şekilde kullanmaya kalksak biraz umursamıyor gibi dururuz. Hitap ettiğimiz kişi aynı belirsiz kişidir. "Yetkili" diyerek işaret ettiğimiz kişi, aslında "ilgilenen kişi"dir. Mesele her kimi ilgilendiriyorsa işte odur yetkili.

Sosyal medyada ortama saldığımız her fikir de, her görüş de, önemsiz gibi gördüğümüz ama aslında duyulmasını istediğimiz her şey de "her kimi ilgilendiriyorsa ona" hitaben yazılmıştır. Gizli gizli "to whom it may concern" yazasım gelir tweet'lerin, entry'lerin başına. Şu saatte bunu kim okumayı tercih etmişse ona. Şu anda bunu okumaya kimin sabrı varsa ona. Bir zamanlar kim böyle hissettiyse ona. Yolu sevgiden geçen her kim ise ona...

Gizli gizli mektup yazıyoruz sanki, gizlice birilerine ulaşmaya çalışıyoruz. Kim ilgileniyorsa, kimin zihninde bir kapı aralayabilecek, kimin gönlünde bir pırıltı olabileceksek ona ulaşmaya uğraşıyoruz. Yazdıklarımız hep o ilgilenen kimseye. Kim olduğunu belirleyen tek bir kriter var, meselenin onu ilgilendirmesi. O bir sayın yetkili. Başka da bir özelliği yok. Bizi tanıma, bize ulaşma ihtimali bile yok bazen. Tek yön bilet gibi, isimli ama adressiz mektup gibi. Sanki öyle bir şey varmış gibi.

1 Nisan 2016 Cuma

yolu sevgiden geçen herkes

İnternette anonim takılmak bir sürü insanın içinden canavar çıkarabiliyor, bir benden çıkaramadı.

İçimdeki kenafirlikleri nereye ne formatta dökeceğimi şaşırdım. İstiyorum ki kötülükte, alaycılıkta bir dünya markası olayım. Herkes içimdeki kötülükten korksun ve "kim abi bu, bi insan nasıl böyle olabilir" falan desin. Bahsettiğim öyle her önüne gelenin karnını deşme, ne bilim her güzelliği tırnaklarıyla parça parça etme tarzı bir kötülük değil ama bazen tek marifetim gibi gördüğüm sinsi alaycılığı sivriltip toplum huzuruna doğrultasım geliyor. Fakat işte o sivriltme işi ohooo... Kötü olmak için bile tembelim. Tembel olmak için bile evhamlıyım. Evhamlı olmak için bile fazla rahatım.

Ortamımı bulamadım dostlar, gönül dostları, blog dostları. Mecradan mecraya koşuyorum iyice manyağa döndüm. İçimdeki acayip enerjiyi akıtacak bir yol-yöntem bulamadım ve öylece oturuyorum. Ucundan azıcık kanatayım bari şurada.

bunları da bilelim

Related Posts with Thumbnails