27 Temmuz 2010 Salı

nittak moment

Nip/Tuck'ın aklımda yer etmiş bir başka sahnesi ile huzurlarınızdayım.

Bu sahne de 3. sezondan. 3. Sezon The Carver sezonu biliyorsunuz. 2. sezonda bir bölümde görünen manyak Carver çok sevilmiş olacak ki 3. sezon boyunca önüne geleni biçti. Bizim doktorlar da onun biçtiklerini bir bir dikti. Pek tabii ki sezon finalinde Carver'ın kimliğinin de, diğer fantastik aksiyonlarının da sırrına erdik. Burda söylemem, seyreden var seyretmeyen var.

Carver denen şeyin olayı şuydu, gece eve giriyor, tuttuğunu çokafedersiniz sikiyor - pardon önce sakinleştirici gibi bir şeyle geçici felç gibi bir şey yapıyor. Yani mağdur her şeyin bilincinde olmasına rağmen hareket edemiyor. Sonra da ağzının iki kenarına iki kesik atarak bir joker suratı yapıyor. Bu arada sene 2005, yani Heath Ledger's Joker daha yok ortalıkta. Bir de bu Carver manyağı bi not mu bırakıyor yoksa direktoman mağdura mı sesleniyor bir lafı var: "Beauty is a curse in the world".

Sesi de bi garip çıkıyo ha

Nip/Tuck gibi ana konularından biri plastik cerrahi ve dolayısıyla "güzellik" olan bir dizide güzelliği lanet olarak görüp insanların güzel yüzlerine çizik atan bir manyağın varlığı da güzel bir konuydu ama koskoca bir sezona damgasını vuran kriminal olay olarak beni hafif baymıştı. İşin güzel tarafı ise, bu kriminal olayı araştırmak üzere Miami şehrine teşrif etmiş koyu İngiliz aksanlı oldukça taş bir dişinin dedektif rolünde diziye eklenmiş olmasıydı. Elbette ki bu abla da Miami'ye ayak basar basmaz üstad Dr. Troy'un radarına girmiş, gereği de son derece düşünülmüştü. Bundan sonra bu ikiliyi pek çok threesome, foursome gibi atraksiyonlarda gördük. Neyse.

Rhona Mitra, dizideki adıyla Kit McGraw.
Feci İngilizdir dikkat.


Sezon boyunca McNamara/Troy'a gelen hemen hemen bütün hastalar The Carver mağduruydu. Ukala uyuz dedektif Kit McGraw ise bu olayları araştırıyor, bir yandan Dr. Troy'a gece gündüz vurmayı ihmal etmiyordu. Bunların bir de kavgalı mavgalı bi olayı vardı, uyuz oluyolardı birbirlerine. Tam bugünlerden birinde, consult'a gelen hastaya yine soruldu "Tell me what you don't like about yourself", hasta döndü, başı önünde, suratta Joker kesikleriyle karşımızda Kit McGraw. Yani aradığı Carver, dedektifi evinde yarmıştı. O da kıl olduğu Christian Troy'a işte kuzu kuzu gelmişti.

Hah işte bu ablanın o durum da benim favorita nittak momentlardan biri oluyor. Sahneyi de eve gidince caps eyleyeyim.

Bu ikiliye de dikkat

Bu dörtlüye de çok dikkat

Şimdi de diziyi seyretmemiş olanlar için spoiler uyarılı bölüm;
Seyretmiş de yarım bırakmış olanlar, seyretmeyi düşünmeyenler de okuyabilir. İzin verdim. Çokkomik.

The Carver çıka çıka bunların ortak diye aldıkları hispanic tipli doktor Quentin Costa çıktıydı. Geceleri evlere girip surat yarmak dışında evine de bir miktar manken kızcağız hapsettiği sezon finalinde keşfedilen The Carver'ın aynı zamanda "estetik operasyonları geri almak" gibi enteresan bir cezalandırma yöntemi vardı. Bunları Christian Troy abimizin düğün günü kaçırdığı müstakbel karısı Kimber üzerinde uygulamıştı. Silikonları çıkarmak, liposuction yapılan bölgelere tavuk yağı enjekte etmek ve yüzdeki kemiklere yapılan ekleme/çıkarmaların tam tersini icra etmek şekli operasyonların bir özelliği de anestezisiz yapılmalarıydı. Kimber bulunduğunda tahmin ettiğiniz üzere haşatı çıkmıştı.

Daha kötüsü, bunu kaçıran Carver, aynaya rujla "i just can't" yazdığı için Christian Troy Kimber'ı pek arayamamıştı bile. Terkedildiğini sanmıştı. Başka arayanı soranı da olmadığından Kimber o evde ortaya çıkıncaya kadar bulunamamıştı. Zaten bulunması da bizim doktorlara gelen bir kargo sayesinde olmuştu. Bir adet silikon protez, memeden çıktığı haliyle kanlı manlı kutuya konmuş gönderilmişti. İçinden de minicik bir yazı çıkmıştı "Beauty is a curse in the world". Bu edevatın seri numarasından filan iz sürülmüştü de öylece Kimber bulunmuştu.

Bu Carver, insanların suratını yarmadan önce tecavüz ediyordu ama hiçbir iz bırakmıyordu. Sebebi sonradan anlaşıldı ki herif meğer strap-on giyiyormuş zira kendine ait "takımı" bulunmuyormuş. Böyle enteresan bir birth defect'e sahip bu kişiyi merak eden doktorlarımız Sean ve Christian araştırmalarını derinleştirince bir de ne görsünlerdi, The Carver/Quentin Costa kimsesiz bir çocuktu ve rahibelerin öğretmenlik yaptığı bir kimsesiz yurdunda büyümüştü. 15 yaşında kız kardeşiyle kaçmışlardı, kız kardeşi de fotoğrafta açık seçik görüldüğü üzere bizim dedektif Kit McGraw'dı.

Bu arada Quentin Costa'nın 3. sezonun bir kısmında Sean'ın eski karısı Julia'yı götürmüş olduğunu da not edeyim.

Bizim elemanlar dumur denizlerinde kulaçlar atarken sezon finalinin son sahnesinde Quentin ile Kit'i bir havuz kenarında sevgiliymişçesine yiyiş yiyiş ve dahi hain planlar içinde görmüştük. Hepimizin ağzı bi karış açık kalmıştı.

Görüldüğü üzere bir bölüme sığan olay ve ters köşe karşısında yer yer oha desek de, şu tek bölümlük aksiyon bir Türk dizisini 2 sezon götürür, bunu da kabul edelim.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

ecnebinin guilty pleasure dediği

Sonu güzel bitti diye Aşk-ı Memnu'ya başladım, yepisyeni, 2008-2010 versiyonuna. Karakterleriyle, kabız diyalogları, ilerlemeyen olaylarıyla içimi bayan bu uyuz diziyi geceleri gizli gizli yuuutubdan seyrediyorum, üstünde "meşhur öpüşme sahnesi!" yazan dvd'lerden alacak kadar şuursuzlaşmadım. Baskıyı kaldırabilecek durumda değilim diyelim. Özgüven üzerine edilecek bir çift lafım vardı, yazayım diyordum, şimdi yazsam ne kadar inandırıcı olur bilmiyorum.

ilk sezondan bir tekmil alalım

Romanı okumuşluğum yok, dizinin de, bölük pörçükleri de toplasan 5 bölümünü seyretmişimdir. Yanımda biri varken iyi oluyor, bedavadan dedikodu çıkıyor çünkü. Onun lafına, bunun saçına, ötekinin hıyarlığına kulp takıyorsun. Ne kadar "zamana uyarlanmış" da olsa çünkü, karakterler hala saf, hala küt, hala köşeli. Kağıttan kesme derinliksiz hatlarıyla romandan henüz fırlayıp gelmişler. Elbiseleri, davranışları eğreti; bakışları, hareketleri donuk. Hala yabancılıyorlar etraflarını, 100 yıl dondurulmuş da yeniden uyandırılmış gibiler. Yine de aşkları, hırsları, kırgınlıkları, eksiklikleri sahici. İnsanlıklarının hamurunda bulunan hasletleri zamansız çünkü.

Seyrettiğim son bölümler, Bihter'in ve aşkının sonunun geldiği, etrafındaki alanın iyiden iyiye daraldığı zamanlara geliyor. Romanın sonunu da Alper'e anlattırmıştım, o kadar seyretmeyecektim o kadar okumayacaktım ki, neymiş bunun olayı, nası hikaye bu diye kestirmeden gitmeyi tercih etmiştim. Normalde böyle bir saygısızlık etmem, ama herkes Aşk-ı Memnu konuşurken kitapçıdan gidip Aşk-ı Memnu'nun -kimbilir Twilight çakması dizi afişi kapaklı yeni bir basımını mı- satın almak yemiyordu. Özgüven olayı işte. Kendini haddinden fazla ciddiye almak, yersizce, zamansızca önemsemek.

Yeni senaryo uyarlanırken zaman tüneline sokuldu, Behlül'e operacılar tuluatçılar değil de mankenler ekleştirildi diye beğenmeyen çok olmuş. Romanın özü, o kapalı hayatta, Bihter'in hem gerçekte hem de metaforik olarak köşeye sıkışmışlığında ve yadırganan ahlaktaydı belki ama aradan 100 yıl da geçse, şartlar farklı da olsa, bu zamanın Bihter'leri de yasağından aşık olabilir, daha duvarsız bir hayatta da köşeye sıkışabilirlerdi. 100 yıllık bir Bihter'le özdeşleşemezdik, onu hor görür, akıl vermek isterdik. Yeni Bihter'e de akıl veriyoruz, ben veriyorum, sonra da onunla bir olup ona ağlamaya kalkıyorum. Kabahatlisi de pms oluyor.


Son bölümlerde "oh ulan sonunda foyaları meydana çıkacak, Bihter de Behlül de cezasını bulacak" genel kanaatinin aksine, son dakikaya kadar Bihter'in bir şekilde kaçacağına inanmak istedim. İyiler diye gösterilen, herkesin de bağrına bastığı şabalak sürüsünün ağzı bir karış açık kalacak, Bihter hepsine golünü çakacak, rezaletin faturası da karaktersiz Behlül'e kesilecekti. Öyle olmalıydı, çünkü Bihter gerçek, Firdevs gerçekti ama Nihal, Behlül gerçek değil gerzekti. Sadece kafası çalışmadığı için "iyi" görülüp sevilen karakterlere her ortamda kılım zaten, sanki onların inatları, hırsları, ihtirasları, nefretleri yokmuş da hepsi birer iyilik meleğiymiş gibi. Sanki ellerinden gelse onlar da "kötüler"e kötülük etmeyeceklermiş, kabiliyetsizliklerinden değil de erdemlerinden elleri armut topluyormuş gibi... Ezik Beşir'in hayatını son anında anlamlandırmaya çalışması, uyuz Matmazel'in sabreden derviş gururu, ne oldum delisi aptal Nihal'in kendini hala saf, herkesi hala kötü gören ergen çiğliği ile sebep oldukları kötülük değil de birer meziyet çünkü.

Bu yüzden bu seferlik Bihter'in hakkı Bihter'e verilsin istedim. Vazgeçmediği için. Hayatın, herkesin karşısında durup, savrulmayı reddettiği için. "Yasak" aşkını alkışlamıyorum, hastalıklı inadına, tutkusuna bayılmıyorum ama "aşkımı/acımı kalbime gömerim" ezikliğini erdem sanmaması bile yeteri kadar asil. Romanda onu ölüme götüren motivler farklı anlatılmıştır belki, ben diziden bunu anladım. Anladığım şeyi de sevdim.

Bihter inadı. Laf aramızda bu sahneyi çok sevdim. Bol hormonlu, gençler arasında görmek istediğimiz cinsten.


Finali utanmadan canımı yakan bu yeni Aşk-ı Memnu'nun eski dizisine bakınırken yeni dizinin ilk bölümlerine denk gelip, olayı nasıl başlatmışlar merakıyla seyretmeye başladım önce. Bihter'in o mezarlıkta biten hikayesi, o mezarlığa gömülen "yeni" hayatı, yine o mezarlıkta başlamış meğer. Ağırbaşlılığıyla olgun adamın gönlünü kazanan kalbi kırık Bihter, acılı Bihter'e verdiği teselliyle sarıp sarmalayan Adnan, ölmüşlerine ağlarken birbirlerini bulmuşlar. Birlikte bir hayal kurmuşlar. Bunları ben yazmıyorum hep pms düşündürüyor ben yazıyorum ha. Sonrasında evlilik, Adnan'ın meraklıları sürüsünün koro halinde göz süzmesi; Firdevs'in hesapçılığından, Matmazel'in ezikliğinden, Nihal'in salaklığından susması. Ortak yanları, sinsice sıralarını bekleyip sırayla bu evliliğe musallat oluşları. Sevdikleri adamı bir başka kadına kaptırmanın öfkesini bastırarak diş bilemeleri... Bihter ise, sevdiği adamın bir başkasıyla evlendiği o anı görmek yerine ölmeyi tercih etti. Bu açıdan bakılınca, "sinsi, sevimsiz iskeletor" Bihter'in aslında en harbisinden bir delikanlı olduğu da görülüyor.

Neticede, bu hikaye nasıl başlamış, kim kimmiş, neden bunlar sürekli birbirlerine göz süzerken arkadan gergin gergin müzik çalıyor diye merakımdan gele gele 8. bölüme kadar geldim. Anlamadığım bir şekilde bu uyuz dizinin 90 dakikalık bölümde tek bir günü bile anlatamıyor olması bana batmıyor. Mesela Hilmi Önal'a bayılıyorum -kendisi bu versiyonda icat edilmiş bir karakter- saraydan çıkma gibi değil de, senin benim gibi "nası da kodum çocuğu" ağzıyla konuşmasına, demode kafalara giydirmesine hasta oluyorum. İçten pazarlıklı huysuz cadı denen Bihter'in yeni bir hayat kurma çabalarına inanıyorum, annesinden kurtulmasını, yeni ailesine kendini sevdirmesini istiyorum. Uyuz Nihal'in ağzına ağzına vurmak istiyorum, ilgi çekmek için yaptığı tutarsız hareketleri, sürekli olmuş gibi konuşup bir gıdım da olmadığını gördükçe onu da sevip özdeşleşenlere karşı daha da cinleniyorum, cinnetleniyorum. Behlül'ü çocukların abisi, Bihter'in hastası olarak görmek hoşuma gidiyor. Bihter Behlül'ü yamulttukça yamultsun istiyorum. Umarım hakkıyla yamultmuştur geçmiş bölümlerde.

Bir yerlerde ikiyüzlülüğün, beceriksizliğin ve aptallığın cezalandırıldığını görmek istiyorum. Değilse oturup kendim yazıcam bak.

İnce vücutlu bir kimse, götten bacak da olsa mankenlik yapabilir. Aşk-ı Memnu bu bakımdan bütün götten bacaklılara umut ışığı oldu.

Aşk-ı Memnu kadınlarına giydirilerek göze sokulmaya çalışılan Türkiş tasarım elbiseler. Adeta 90'lardayız da Issey Miyake memleket toprağına ayak basmış. Yemezler.

Bu Behlül'ün tipi ilk bölümlerde iyiymiş, son zamanlar iyice bir ablak, bir dobik surat olmuştu. Either way laz uşağı tipini sevmem. Yanlış anlama olmasın.

8 Temmuz 2010 Perşembe

atlas shrugged okuyorum - hâlâ

Serviste okurum ohh kalın kalın diye başladığım Atlas Shrugged külliyatı ile bir senemi doldurmak üzereyim. İki ayım kaldı sanırım. En uzun süre okuduğum kitap rekoru şu an tam bir sene ile Hobbit'in elinde. Atlas Shrugged neyse ki daha uzun.


Bu fikirlerimi kitabı bitirdikten sonra yazacaktım ama kalan sayfalarda ilginç bir şeyler olacağına ümidimi kaybetmek üzereyim. Normal ilginçlikte şeyler oluyor, fakat içimden bir ses John Galt'a kötü bir şeyler olacak diyor. Sonlara doğru yaklaşık 100 sayfa tutan bölüm sonu canavarı gibi tiradından sonra okuyucu olarak John Galt'ın hala yaşamasını istiyorsam bu da sırf diri vicudu doprak olmasın diyedir. Zaten onun bir kabahati yok, bütün kabahat "dur lan bu ibneler anlamamıştır unutmuştur şimdi" diye bin küsür sayfalık kitabın anafikrini yüz sayfalık bir tiradla hızlandırılmış kurs gibi, okuduğumuzu anladık mı gibi tekrar etme gereği duyan yazarın. Bunun bilincindeyim. Bir de olayların sürrealliği yüzünden romanla bağlantım çoktan koptu. Hani Neverland ortamına bile tamam ama, bi kadın düşünün, bütün ideal ve kaslı erkekler ona aşık olsun ama aynı zamanda birbirleriyle de çok iyi dost olsunlar. Dost ne, bayılsınlar birbirlerine, hayran olsunlar. O onun ticari başarısına, bu bunun sanayi aşkına tapsın. Kadın birinden birine switch ederken öyle smooth reaksiyon göstersinler ki kadının beynindeki switch bile daha sancılı olsun. İşte böyle sürekli bir "peki hayatım, zaten biliyordum benim son olmayacağımı. seni hep seveceğim" kafası ortama hakim olsun. "onu ben elimde tutamadım, hep kendi dallamalığım ama seni seçerek çok iyi yapmış ehe" gibi gerçeküstü laflar eden karakterler yüzünden felsefeden de anafikirden de soğudum. Objektivizm mi godoşizm mi belli değil arkadaş, duygulara yer yok derken, o kadar da değil. Herkesin bi sınırı var.

Şimdi zihinsel kondüsyonum müsade etse, bir zamanlar yazılan roman/film karakterlerinin karakter değil kahraman, kötü adamların da kötü adam filan değil bildiğin iblis olduğunu, zamanla bunların değişip gerçeğe yaklaştığını ve böylece mazur görülecek noktaları da yazarım ama ona benzer bir şeyler yazdım sanırım daha önce. Bugün bu godoş tavırları ve Dagny Taggart'a aşık olmuş heriflerin birbirlerine gizliden gizliye eşcinsel hisler besleyip beslemediklerini merak ettiğim için onlardan dem vurmak istiyorum. Bi adam aşık olduğu kadını "zaten sonuncunun ben olmayacağımı biliyordum" diye bırakıyorsa herhalde başkası vardır. Eh ortalıkta doğru dürüst kadın olmadığına göre geriye kala kala sevdiceğinin eski sevgiceğiyle arasındaki sevgi-nefret-dostluk-hayranlık dolu ilişki kalıyor - ki hiç mantıksız değil. Ayrıca Neverland'de bir gay çift olması politically çok correct olabilir. 50'lerde böyle şeyler yokmuş ama bugün olsa yeriz yani, zamanın şartları kaldırır bunu. Zaten çok merak ediyorum neden Atlas Shrugged dizisi yapılmıyor diye. Aşk-ı Memnu ve Mad Men ekibini göreve çağırıyorum, Ayn Rand'ın ölümsüz eserinden Atlas Shrugged'ı çekmek üzere. Bak çok güzel olacak diyorum.

6 Temmuz 2010 Salı

aklımdan öyle geçiyor

Cahil ve yetersiz insanlarda garip bir narinlik, bir kırılganlık oluyor. Bir davranışın, bir hareketin uluorta eleştirilmesine bir anda, bütün iyi niyetleri ve kırılganlıklarıyla karşı çıkıyor, hemen "mazlumun tarafı"na geçiveriyorlar.

Her zaman üzerlerine alındıklarından değil ama, çarpık bir haklının yanında, haksızın karşısında anlayışları olduğundan; "güçsüz" olanı "haklı" görüp o an sesi çıkan tarafı da otomatik olarak "güçlü" ilan ettiklerinden, aynı otomatik davranışla eleştirilen her şeyin yanında duruyorlar.

Üzerlerine alındıkları vakit, alabildiğine kişiselleştiriyor ve mevzuyu derhal "sen bana böyle diyorsun ama sana da yapılsa hoşuna gider mi", "bak ben hep kibar cevap veriyorum" zeminine çekiyorlar.

Muhatap olduğum toplulukta bu adamlardan varsa, konuşmayan, çekingen insan olurum. Ortama henüz alışamamış gibi dururum.

bunları da bilelim

Related Posts with Thumbnails