10 Aralık 2015 Perşembe

dinle evlat

Bir gün çok başarılı olursam muhakkak gelip akıl danışanlar olacak. O akıl bende şimdi de var ama kimse sormuyor. Olur da unuturum diye şuraya yazayım da, en olmadı baş kakıncağı ederim, "zamanında dediydik, kimse dinlemedi. şimdi kıymete bindi anasını satayım." Başarılı ve zengin olma ihtimaline karşılık tribimi, tavsiyemi, muhabbetimi bile hazır ettim. Geriye kaldı üç nal, bi at.

Bana gelen genç girişimci adayları mesela dese ki, "EFENDİM, bir sürü güzel fikrimiz var ama hepsi yapılmış. Yeni bir şey icat etmek imkânsız gibi."
Ben de derim ki, "Benim vizyonsuz, denyo evladım; icat yapacak kadar kafan çalışmıyorsa ne demeye girişeceğim diye ortaya çıkıyorsun?"
Demem tabii. Esas şöyle derim: "Benim vizyonsuz, denyo evladım; zamanında dünyayı kasıp kavurmuş malların, teknolojilerin çoğu alanında ilk değildi. Hatta çok iddialı pazar devleri varken o alana girdiler."

"Misal mi istiyorsun? Al sana Google. Başta sadece arama motoru idi Google, sen bilmezsin. Ama ilk arama motoru değildi. Yahoo'sundan Altavista'sına, dev portallar, irili ufaklı bir sürü arama motorları vardı. Google bunlardan sadece biriydi. Anasayfası da zamanın bir numarası Yahoo'ya nazaran çok gösterişsizdi. Ama? Ama bir arama motorunda olması gereken en önemli şeyi en iyi şekilde yapıyordu. Çok hızlı ve verimli bir şekilde arıyordu. Böylece çok kısa zaman sonra en iyi arama motoru olduğunu herkes anladı."

"Eposta hizmetini ilk defa Google Gmail ile vermemişti. Yine bir sürü irili ufaklı eposta hizmeti vardı. Çoğu da ücretsizdi. Ama Gmail hızıyla, hesap başına ayırdığı dev alanla ve gelen kutusundaki "thread" düzeniyle en iyi eposta servisi oldu."

"Başka misal ister misin? Facebook. Facebook internet alemindeki ilk sosyal ağ değildi. Hatta bana ilk Facebook daveti geldiğinde sosyal ağa öyle doymuştum ki 'farklı ne olabilir ki' deyip aylarca hesap açmamıştım. Ama Facebook bütün sosyal ağları hızı ve kullanım kolaylığıyla geride bıraktı. Yerlilerden kapananları biliyorum. Bir sosyal ağda olabilecek en önemli şey 'herkesin orada olması' değil mi zaten?"

"Aklıma gelen son iki taneyi de söyleyeyim. Biri iPod. iPod piyasaya çıkan ilk mp3 çalar değildi. Creative ilk mp3 çalarları yaptığı gibi piyasayı da epeyce domine etmişti. 3-4 sene sonra çıkan iPod'lar o kadar güzel, o kadar kullanışlı ve o kadar yüksek kapasiteliydi ki, nispeten yüksek fiyatlarına rağmen çok tutuldu. Sonraki yıllarda mp3 çalar denen şeyin jenerik adı ipod oldu."

"Sonuncusu iPhone. iPhone piyasaya çıktığında akıllı telefonlar, PDA'lar, pek akıllı olmayan ama gövdesi çelikten, işli, taşlı, pullu, boncuklu, kapaklı çeşit çeşit telefon vardı. Bir çok büyük firma cep telefonu imal edip satıyordu ama en büyük, en piyasa birincisi, en marka sadakatine sahip olan bir firma vardı: Nokia. Derler ki, iPhone piyasaya çıktığında Nokia rakip olarak değerlendirme ihtiyacı dahi duymamış, bazı PDA'lerden biraz daha az marifetli bu güdük cihazı ciddiye almamıştı. iPhone ise buna, 2-3 sene içinde 'cep telefonu' denince anladığımız şeyi tamamen değiştirerek, pazarı altüst ederek karşılık verdi. Yaptığı, teknolojik bir cihazı son derece kolay kullanılır hale getirmekti. Üstelik bildiğimiz hiçbir cihazda olmayan bir şıklığı da vardı."

"Şimdi o fikri bir daha düşün. Bakalım mevcut rakiplerinden daha iyi yapabileceğin neler var."

Sonu olmadı sanırım. Daha vurucu bir cümle düşünmem lazım. Neyse, orasını da başarılı olunca düşünürüm artık.


1 Aralık 2015 Salı

küçük, zararsız ikiyüzlülükler

"Hayatta en nefret ettiğim şey yalandır."
"İkiyüzlü insanlara tahammül edemiyorum."

Merhaba düz insan. Sana bir şey anlatacağım.

Mırıl Hanım 2,5 yaşını geçtiğinden beri eve yakın bir yere oyun grubuna götürüyorum. 1 yaşlarındayken de ara sıra götürdüğüm aynı yer. Çocukların bir kısmını tanıyoruz. Zaten hepsi ya parka geliyor, ya da 1 yaş oyun grubuna gelmişlerdi. Ara verdiğim 1,5 sene kadar zamanda çocuklar daha büyüyüp sosyalleşmiş, bizim kız hala yabani. yabani ot. yabanmersini. "Oyuncaklara gidelim" diye hoplaya zıplaya gidiyor, ortamda 3-4 çocuğu bir arada gördü mü bacaklarıma yapışıyor.

Başlarında bir kız var, hakikaten iyi niyetli sevimli bir kız. Diğer çocuklar desen hiçbiri kavgacı, huysuz çocuk değil. Gayet uyumlu, akıllı bebeler. Hepsi 2-3 yaş arasındalar. Zaten en kalabalık günde 5-6 çocuk oluyor. Fakat bizimki resmen ürküyor, 10 dakika ila 30 dakika arası bacağıma yapışık vaziyette etrafa bakıyor. Tek kelime etmiyor. Evde susmayan bebe kimseyle konuşmuyor. Öğretmen kızcağızın onca çabasına rağmen açılmıyor. Neden sonra ben biraz itekliyorum işte, bak orada ne var, şurdaki oyuncağı çok sevmiştin sen galiba diyorum, sırtını dayadığı yerden ayrılıyor.

Çok acıklı değil mi ama, kimseyi tanımadığımız bir ortamda biz de hafif ürkeriz. Tanıdık birini arar, bulunca da onun yanında, yakınında dururuz. En azından gözden kaybetmemeye çalışırız. Benim zavallı bebem de işte sırtını bana dayayıp o teması ne olursa olsun kesmeyerek güvensizliğini belli ediyor. İşte, çocuk açık olsun, çekingen olmasın diye her konuştuğunu anlamaya çalış, önemli meseleleri mutlaka göz hizasına gelerek anlat, ihtiyacını göremesen de cevap ver (şimdi ellerim biraz kirli, yıkayayım da geleyim) bebe yine de mal gibi davransın. Konuşabilse "annem sabah dövdü beni" diyecek. (yapmadığı şey değil.)

Bu güvensizliği ne kadar anlıyor da olsam yaşıtı ve hatta daha küçük çocukların neşeli neşeli oynadığı ortamda oyunlara alınmayan ezik çocuk gibi kenarda annesine sarılması, koala gibi bacağıma tırmanması canımı çok sıkıyor. Çocuğu ne biçim yetiştirmişim lan, kendinden tembihli bebe. Yabancılarla katiyen konuşmuyor. Anasının bacağından zinhar ayrılmıyor. Her gün ısrarla götürüyorum. Zannediyorum ki ilk gün biraz çekinir, 30 dk. bırakmaz. Ertesin gün işte 20 dk. sonra bırakır, sonra daha az diye diye bakmışsın "anne sen git, sonra gel" diyor. Çünkü bütün bebeler öyle tamam mı, anaları oraya bırakmış, eve gitmiş. Ben o 20-30 dk. sonunda bırakınca eve de gitmiyorum, yakınlarda takılıyorum. Beni görmüyor ama hık dese yetişirim yani. Böyle böyle toplamda 2 saat kadar kalıyor. O esnada da çaktırmadan bakıyorum diğer çocuklarla hiç oynamıyor. Hep kendi kendine. Öğretmen kız gün içinde fotoğraflarını çekiyor, bizimki hep kenarda, hep yaban. Küçük bir oyuncak ev var, onun içine girmiş, yere çökmüş, tek dizini karnına çekmiş emmi gibi oturuyor orda.

2-3 haftadır da gitmedik. Ama whatsapp'dan fotolar geliyor. "x öğretmenim beren bugün biraz hasta gelemedi." "x öğretmenim duru ananede ama sizi çok özledik" tarzı mesajlar oluyor. "Mırıl da gelmedi çünkü getirmek istemiyorum" yazamıyorum tabii. Gerçi biz de "anane"deydik bi hafta. Sonra gelen giden derken hevessizlik de olunca ara açıldı. Bakıyorum bebeler boynu fiyonklu ördekler, efendime söylim şapkalar, kardanadamlar yapıyorlar. Bizimkinin eline o kağıdı boyasın diye versen cart diye yırtar. "Aaa olur mu mırılcım hadi boyayalım" desen yere atıp ortamdan uzaklaşır. İşte, bazı davranışları cesaretlendirmesen de, yok edemiyorsun. Körolası genetik onu bir yerden bulup çıkarıyor.

İşte bu en son ördekli mördekli faaliyetleri görünce ben bir özen bir imren, ayy ne güzel olmuş diye yazdım. "mırılcık kaçırıyor hep" demez mi kız. Şimdi evet kaçırıyor orası doğru ama ne desin, senin yabani kızın gelse de beceremez zaten mi desin? Getir de insana karışsın uzaktan bakmayın mı desin? Acayip sevimsiz, ilgi görmek için yerde sürünen bi bebe var mesela bi haftadır gelmiyormuş "özledik yaren'i" falan diyor. Orada mırıl hanım bacağıma yapışık beklerken, "yaren kalk yerden" diyen kızın suratındaki isteksizliği gördüm abi. O mesajı da gördüm. Orada ikiyüzlülük etmese, hatta hiçbir şey yazmasa bile iş sıkıntı. İş tehlikeli. Kimse çocuğuna iltifat edilmeyen yere bırakmaz çocuğunu. İlgi de olur ama iltifat bir yerde şart.

Yalan değil ama ikiyüzlülük meselesi bu tarz durumlarda esnetilebilir. Şimdi ben saatlerce bebe eğleyen bu kıza ikiyüzlü desem ayıp etmiş olurum.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

anneanneler

Annelerimiz de, gün geldi anneanne oldu.
Biz de boş durur muyuz, anne olduk hemen.

Onlar bir önceki neslin anneleriydiler. Çamaşır makinasının, bulaşık makinasının, tek kullanımlık bebek bezinin ve kombinin olmadığı devirde en az 2-3 çocuk büyüttüler. Çoğunun yanında yardımcısı yoktu. Anneanneler eve bayram-seyrandan biraz daha sık gelirdi, o kadar. Annelerimiz, bize göre daha genç yaşta anne oldular, ve bu sorumluluğu da oldukça ağırbaşlı bir şekilde yüklenebildiler.

Annem üçüncü çocuğu doğduğunda 26 yaşındaydı, ben 27 yaşında evlendim. Annem, üç çocuğun annesi, evinin hanımıydı. Anneannem, üç günden daha uzun kalmaya lüzum görmemişti. Bu kızcağız üç çocukla ne yapar dememişti (belki demişti ama, elden başka türlüsü gelmemişti). Annemse üç çocuğunu elbette kolaylıkla değil, ama şikayet etmeden büyütmüştü. Ben 32 yaşında bir çocuk kadın gibiyim onun gözünde. Eve misafir gelecek olsa, "sen elinin çocuğuyla nasıl yapacaksın" der bana. Tek çocuklu, üstelik imkanların daha rahat olduğu bu devirde ben her işine koşulan küçük anneyim. Beyim birkaç günlüğüne bir yere gidecek olsa yalnız kalmamı kimse istemez. "Bize gel" der annem, "ben size bakarım". Aynı şehirde değil ama yakın şehirlerde oturuyoruz. Annem doya doya bakıyor biz iki kızına.

50li yaşlarında köşesine çekilip arada bir torun seven, bunun dışında pek bir etliye sütlüye bulaşmayıp hizmet bekleyen ihtiyarlar olmadı annem ve nesildaşları. Arkadaşlarımın anneleri de, aynı benim annem gibi. Hem kızlarını hem torunlarını büyütmeye çok hevesli. Hizmet beklemek ne, sağlıkları yerindeyse (yani yürüyebiliyorlarsa, yoksa ağrıdan sızıdan şikayet eden kim) hizmet bile ediyorlar. Dahası, torun sevgisi uğruna yıllarca yaşadıkları şehri, evi bırakıp kızlarının yakınına taşınıyorlar. Yeter ki kızları çalışabilsin, torunları yabancı kadınların elinde büyümesin; ağrıyan dizlerine, yorgun bedenlerine aldırmadan yeniden çocuk peşinde koşmaya razılar. Çünkü kızlarını çok seviyorlar. Çünkü torunlarını çok seviyorlar. Bizleri büyütürken yaptıkları fedakarlığı yeterli görmüyorlar. Bizler ise, kimbilir neden bir "çalışmam lazım" fikrinin peşinde, etrafımızda olup bitenin belki farkında bile değiliz.

Tanıdığım pek çok yaşıtım ve arkadaşımın çocuklarına anneanneleri bakıyor. Yaşıtım ve arkadaşlarım çalışıyorlar. Anneleri onları çok seviyor. Çalışmak istedikleri için, çalışabilsinler diye ellili yaşlarında güçleri yettiğince çocuk bakıyorlar. Torunlarına annelerini aratmamaya çalışıyorlar. Bir çoğunun anneannesini anne gibi bilmesi de ondan. Yaşıtım ve arkadaşlarım ise, sadece "ben evde duramam, sıkılırım" argümanıyla, gerçekte hiçbir fedakarlık yapmaya ihtiyaç duymuyorlar. Onlara göre herkes mutlu. Zaten çocuk anneannesini çok seviyor ve anneanne torununu çok seviyor. Anne-çocuk ilişkisi hobi gibi. Çocuklarıyla geçirdikleri kaliteli zamanın tatminiyle çalışan anne olmanın zorluklarından bahsederken için için nasıl da hayatlarını yaşayabildiklerine seviniyorlar. Esas fedakarlığı kimin yaptığı umurlarında değil.

7 Mayıs 2015 Perşembe

başarılı yazı, başarısız yazı

Küçükken hep başarılı olacağımı düşünüyordum.
Küçükken hep, başarılı olacağımı biliyordum aslında.

Bugün geldiğim noktada düşündüğüm kadar başarılı olmadığımı görüyorum. Halbuki bir şekilde kendi tasarladığım şekilde, yani "bir firmada üst düzey yönetici" şeklinde değil, bana ait fikirlerin başarılı olduğu bir oluşum içinde olacağımı düşünüyordum. Evli ve çocuklu olup olmayacağımı ise hiç bilmiyordum. Çünkü işin bu kısmı benim şahsi çabama değil, daha çok kadere bağlıydı. Sevebileceğim birinin karşıma çıkıp çıkmayacağını bilemezdim, çıkmazsa bu konuda çabalamak netice vermeyebilirdi. Çıksa bile onunla uzun süreli bir beraberlik içinde olup olamayacağımı, çocuğumun/çocuklarımın olup olmayacağını bilemezdim. Bu konuda yapabileceklerim sınırlıydı. "Belki de hiçbir zaman olmaz" diyerek müdahale edemeyeceğim bir meselede uğrayacağım hüsrandan kaçınmıştım. Ama diğer meselelerde, başarılı olacağımı biliyordum. Başarının benim belirlediğim şartlarda geleceğini bir şekilde biliyordum.

Başarı veya başarısızlık, hadiselere bakışımızı, onları yorumlayışımızı etkileyen iki farklı bakış, iki farklı fikir aslında. Biri diğerinin zıttı değil. Biri aydınlıkken diğeri karanlık değil. Sadece bulunduğumuz noktadan geriye doğru bakıldığında farklı noktaları aydınlatan iki farklı renkte ışık.

Bir meselenin neticesine göre o neticede önemli bir payı olan bir hadiseyi yorumlayışımız değişiyor. Piyasaya yeni çıkmış o malı, riskli bir pazarlama usulüyle tanıtıyoruz ve tüketici de çok güzel tepki veriyor. Malımız nefis bir şekilde satıyor, büyük başarılar kazanıyor. Buradaki riskli pazarlama usulü, netice başarılı olduğu sürece "kimsenin almak istemediği bir riski alıp yapılmayanı yapmak" olarak yorumlanırken netice başarılı değilse "kötü bir karar. ZATEN tüketicilerin asla tepki vermeyeceği bir usul" olarak kalır.

Benzer şekilde, hayatlarımızda ulaştığımız noktada geriye baktığımızda, bulunduğumuz duruma göre başarılı olduğumuz veya başarısız olduğumuz anlar daha çok parlar. Hatta, yapmakta olduğumuz iş her ne ise, o işe yönelik hatıralar daha parlak görünür. Sanki çok küçük yaşlardan beri bir plan dahilinde hareket ediyor ve bugün geldiğimiz noktaya emin adımlarla ilerliyormuşuz gibi. Halbuki hayatlarımız bir çok küçük andan, bir çok başarılı ve başarısız karardan, bir çok deneme ve bir çok yanılmadan oluşur.

Bugün mimar olsaydım, 7-8 yaşındayken birkaç set legonun uygun parçalarıyla yaptığım farklı tasarımda evler çok manalıymış gibi görünecekti.

Bir çizer olsaydım, 10 yaşında ilk özgün bant karikatür karakterlerimi tasarlamış olmam tam bir "adam olacak çocuk" hikayesiydi.

Büyük bir yazar olsaydım, 9 yaşında günlük tutmaya başlamış olmam çok manalı olabilirdi.

Ama ben kod yazan bir insan oldum. İlk defa 11 yaşında oynadığım Wolf ve Doom'dan o kadar nefret etmiştim ki bugün fps adlı oyun usulünü yerle bir eden yeni bir oyun deneyimi icat ettim. Bu da fena olmazdı.

Neticede ben, sürekli deneyen ve birçok kez yanılmış bir insan oldum. Başarı ve başarısızlık üzerine o kadar çok düşündüm ki nihayet aradaki çizgi belirsizleşmeye başladı. Mesela bugün, başarı ve başarısızlık üzerine bir yazı yazdığımda bu sizi hiç de ilgilendirmiyor. Ama bu yazıyı bir Steve Jobs veya Richard Feynman yazsa baş ucunuza koyardınız. Çünkü geriye dönük her şey (bizi buraya getiren fikirlerimiz gibi) ancak vardığımız nokta sayesinde anlam kazanıyor.

Bu yazıyı, yapmam gereken bir sürü şey varken bir ara vererek yazıyorum. Verdiğim bir sürü karardan belki de çok akıllıca olmayan bir tanesi. Fakat diğer türlüsü hem yazıya hem fikre haksızlık olurdu. Başarısız olmayı kaldırabilirim, ama fikirlerini öylesine unutup giden biri olmayı istemem.

9 Şubat 2015 Pazartesi

#karıgibi gülme lan!

Bebe dışında uzun zamandır beynimi bu kadar karıncalandıran bir şey olmamıştı. Şu reklamı diyorum;



Halbuki bunun ilk ve -tahmin ediyorum- uluslararası versiyonu hakkında daha tatlı şeyler hissetmiştim. Öyle coşku falan değil, ne bileyim erkek egemen dile vurulmuş bir darbe de değil ama hoş bir fikirdi. Onu da şurada görelim:



Bu ilk reklamda görüleceği üzere yerleşik bir "kız gibi (like a girl)" tabiri var. Muhtemelen de erkeklerin icat ettiği, işte kız tabiatının çok da sert olmayışından dolayı kızların biraz yavaş koştuğunu, topları çok da kuvvetli atamadığını ima eden bir ifade. Genellikle de erkeklerin birbirine hitaben kullandıkları bir ifade. Adam topu kuvvetli atamadı mı? Al işte kız gibi attın! Hızlı koşamıyor musun? Demek ki kız gibi koşuyorsun... Reklam kampanyası kızların da bu "kız gibi" tabirini ne kadar içselleştirdiğine dikkat çekiyor. Bir şeyi "kız gibi" yap denince abartılı bir yavaşlıkla, beceriksizlikle, hatta biraz kırıtarak yapan kızlara aynı şeyi "kendisi gibi" yapması söylendiğinde o işin gayet de hakkını verebildiği gösteriliyor. Ve işin ilginç tarafı, henüz ergenliğe girmemiş küçük kızların "kız gibi" tabirini bir aşağılama olarak görmediği daha doğrusu bu aşağılayıcı ifadeyi bilmedikleri ortaya çıkıyor. Yani ergenlikte her ne oluyorsa bir şeyi kız gibi yapmak birdenbire kötü bir şey haline geliyor. Ardından kapanış, "bundan sonra kız gibi değil kendin gibi yap canımciğerim. sen yaparsın. sen süpersin. kız gibi demek bok gibi demek değil, anladın mı?" (anladım diyerek başlar öne eğiliyor) (şaka şaka eğilmiyor. başlar dik.).

Çok geçmeden bu reklam kampanyasının bir adet de Türk versiyonu çekildi. Baştan söyleyeyim, Türkiye'de böyle bir versiyonun olmasını "çalıntı", "kopya" ya da "taklit" olarak görmüyorum. Orkid/Always satıldığı her ülkede ayrı bir kampanya yumurtlayacak değil. Zaten buna ihtiyaç da yok. Orijinal kampanyayı dublajlamak ise etkisini azalttığı gibi işi de sevimsiz gösterir. O halde aynı temayı, yani bir şeyi "kız gibi" yapmanın alay edilecek bir şey olmadığını anlatmak için Türk bir ekip Türk tüketici için Türkçe bir kampanya hazırlar.

Reklam temasının hafif feminist (ama çok da öyle şey değil, azıcık) mesajını Türkiye'de verecek kişi tabii ki Nil Karaibrahimgil olarak seçilmiş. Kendisi hakim söyleme tek başına baş kaldırırken (şarkı söyleyerek) senaryo icabı çekine çekine bakan kızlara da eliyle "gelin gelin, siz de benimle söyleyin, baş kaldıralım beraber" işareti yapıyor. Ardından kızları karşısına alıp bir başöğretmen edasıyla "kız gibi yap sen naparsan senkızgibiyapsannaaaparsonmıymıymıy KIZ GİBİ YAP OL KAHRAMAN" diye son mesajını verip kızları gönderiyor. Çünkü kızlarımız kendisi bilemez, birisinin karşılarına geçip tane tane (mümkünse nağmeli, çünkü akılda kalması daha kolay) anlatması lazım.

Nil Hanım'ın şarkısı şöyle başlıyor;

Kız gibi gülme dediler
Kız gibi koşma dediler

Bir dakika, reklamın orijinalinde böyle bir ifade yok ki? Kimse kimseye "Kız gibi yapma" demiyor, sadece bir işi kız gibi yapmak bir çeşit alay konusu. Sanırım Nil Karaibrahimgil (ve ekibi) şöyle düşünmüş: bizim memlekette de bir işi kız gibi yapmakla alay edilir. "Kız gibi koşma" denir mi? Denir. Başka? "Kız gibi gülme" de denir. Yanlış... O ifadenin aslı "Karı gibi gülme lan!"dır. Ayrıca kızlara da söylenmez, erkekler arasında bir aşağılama ifadesi olarak kullanılır. Nil kızımız tabii ki reklamda "karı gibi" diyemeyeceğinden böyle saçma sapan laflar yumurtlamış. Sanki yıllardır kızlara "kız gibi gülme" "kız gibi koşma" deniyormuş gibi "siz onlara bakmayın, kız gibi yapın. yapamazsın derler, siz yapın" şeklinde kendince güzel bir mesaj vermeye çalışmış ama mizansenle birleşince ortaya son derece sevimsiz ve didaktik bir iş çıkmış.

Canımı en çok sıkan farklardan biri de orijinal reklamda mesajı ünlü birisinin değil de rastgele seçilmiş kızların vermesi, yerli versiyonda ise mesajın ilk andan reklam yüzü ünlü kimse tarafından seslendirilmesi. Yani tüketicinin ya da bu mesajı alacak kızların kendini özdeşleştirebileceği, kendisi gibi kızlara karşılık kızlara rol model olarak sunulan bir ünlü. En başta soru kendilerine sorulduğunda "kız gibi" ifadesini gerçekte bir aşağılama olduğunu farketmeden taklit eden kızlar, ekibin sorularıyla esas mesajı kendileri düşünerek buluyor (gibi görünüyor. senaryo olsa bile başarılı). Türkiye'de çekilmiş reklamda ise seyirciye/tüketiciye düşünüyormuş gibi dahi yapılmıyor. Mesajını ver çık. Nil yaptı, siz de yapın. Nil yap diyor. Çünkü yapabilirsin. Çünkü Nil yaptı.

İyi de Nil Karaibrahimgil kim? Kim oluyor da kızları karşısına alıp "Naparsan sen kız gibi yap çünkü en iyisini yap ve bir daha yap ve çocuk da yap ve kariyer de yap" diyor? Böyle emir kipiyle? Sevimli desen sevimli değil. Yerleşmiş tabulara karşı çıkan bir tarafı hiç yok. Tam olarak nasıl ve ne için kızlara örnek olarak gösteriliyor? Nil Karaibrahimgil'in o hafif aşk kadını/kaşlarını çatıp dudaklarını büzerek küçük huysuzluklarla istediğini yaptıran kız çocuğu tavrının örnek alınacak bir tarafı var mı?

Kızlar sinmesinler, özgüvenli olsunlar, ne bileyim adet günlerinde beyaz pantolon giyebilsinler, nihai hedef olarak da Nil Karaibrahimgil gibi mi olsunlar? Yoo dostum. Orada dur.

bunları da bilelim

Related Posts with Thumbnails