6 Temmuz 2013 Cumartesi

akıl vergisi

Lafa "küçümsemiyorum ama" diye başlamanın bir manası yok. Küçümsüyorsun, basbayağı küçümsüyor, modelliyorsun. Kendinin ondan daha iyi olduğunu düşünüyorsun. Daha üstün olduğunu, onu anlayıp tanımlayabildiğini biliyorsun, kendini üstün görüyorsun.

Küçümsememeye de hiç lüzum yok aslında, aptallığı küçümsemeyeceğiz, sorumsuzluğu, fikirsizliği, tembelliği, küçük hesapçılığı, iradesizliği küçümsemeyeceğiz de neyi küçümseyeceğiz? Bunlar bir insanın değiştiremeyeceği özellikleri değil, bilakis olmak istediği ve dışarıya yansıttığı kimliğine ait unsurlar. O kendini bu şekilde ifade ediyorsa, böyle olmaktan memnunsa yazıklanmanın ne alemi var?

Özgürlük kavramı tam olarak anlaşılıncaya kadar toplum olarak bazı yalpalamalar, bazı kararsızlıklar yaşanacak demek ki. Bir süre kimseyi küçümseyemeyeceğiz. Bir kimsenin fikri ve aptallığı sanki onun doğuştan gelen ve değiştiremeyeceği bir özellikmiş gibi, ırkı, görünüşü, burnunun şekliymiş gibi dokunulmaz olacak. Ve tabii, bunu söylediğimiz anda kendimizi tahakkümcülerin yanında bulacağız. Birisini aptal bulmakla ona "sen bilemezsin, ben bilirim, o yüzden ben yapacağım" demek aynı şey değil. İsteyen aptal olsun, aptal aptal konuşup aptal fikirlerini yaysın. Ama biz de ona istediğimiz gibi aptal diyebilelim. Kimse aptal diye onu cezalandırıp susturmaya çalışmasın. Kimse ben ona aptal diyorum diye beni de cezalandırmasın.

Böyle böyle, olsun işte.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

borgen: başbakanlık hali

Digiturk'ün dizi kanallarından birinde Borgen diye bir dizi yayınlanıyor, bikaç ay önce tesadüfen denk geldim, sardı.

Ne zamandır şöyle içi dolu drama, bol bol koca laf, sevilesi-nefret edilesi karakterli dizi istiyordum. Yalnız kötü tarafı, tamamı üç sezon - otuz bölüm ve şu tarih itibariyle bitmiş bulunuyor. Olsun, arada açıp tekrar tekrar seyredilebilir, eşe dosta da gösterilebilir.


DVD Kapağı olsa gerek, adettendir.



Diziler hakkında en sevdiğim şey karakter dedikodusu yapmak. O sebeple böyle karakterden zengin bir diziyi tek başıma seyretmek resmen ızdırap oldu. İki sezonunu bitirdim laflar içimde birikti birikti, daha da birikmesin diye üçüncü sezonuna başlamadım. Hayırlısıyla saydırmamı bitirip son sezonu seyretmek için can atıyorum. Bundan sonrasında hafif spoiler vereceğimi hassas okuyucularıma bildirir, iyi seyirler dilerim.

İlk lafım sana Birgitte'nin kocası Philip.

Başlarda seni çok sevmiştim, aman da aman ne şirinsin, ne de şakacısın, hem sempatik hem yağşıklısın, karınla ne de güzel anlaşıyorsun diye. Fakat bölümler ilerleyip başbakanın iş yükü arttıkça artan "eve gelmiyürsün" "yüzünü görmüyürüz" "noel alışverişi :/" dırdırların beni çileden çıkardı. Bin türlü tripler, karınla sevişmemeler bişeyler. Kadın başbakan oldu Philip efendi, bu iş öyle filanca şirketin CEO'su olmaya benzemez. "Çok çalışıyorsun, dünyayı sen mi kurtaracaksın ayol" "Verdikleri mayışı gödlerine soksunlar ben karımı istiyom" diye mızmızlanamazsın. Başbakanlık 7/24 bir iştir, belli bir mesai saati tabii ki yok. Memlekette kriz çıksa, komşu memlekette bir şey olsa kadın telefonunu mu kapatacak? "Ben noel alışverişi edeceğidim" mi diyecek? Hadi mesaiyi satın alan birisi olsa dersin ki "Benim karım şirket malı değil efendi!" ama başbakan oldun mu bir nevi halkın, memleketin malısın. İş mesuliyetli. İş ağır.

Yaa Philip efendi, bir de aranızda anlaşmışsınız birinizden biriniz evden ya da yarı zamanlı çalışacak, çocukları bakıcıya vermeyeceksiniz diye. Şimdi neden oyunbozanlık ediyorsun? Gerçi çocuklar olmuş eşek kadar, biri 13 yaşında biri de 8 yaşında mı ne. Kibritle oynayacak yaşı geçmişler. Biz küçükken o yaştaki çocukların boynuna anaları iple bir anahtar asardı, çocuk okuldan eve gelir, yemeğini ısıtır kendi yerdi. Siz daha çocuklara sen bakacağıdın ben bakacağıdım, yok fedakarlık diye didişin. Kadın da başbakan oldu ya, evin işi sana kaldı diye varsa yoksa surat as. Fakat sadık adamsın, takdir ediyorum. Onca daş gibi cıvıra hocalık ediyorsun, onlar da uluorta "kot pantolon giyince gödünüz tam yemelik oluyor hocam" diye yavşamanın suyunu çıkarıyorlar ama aklın hep karında. Senin işin de zor tabi, bir yanda böyle baskı, karını yerinde bulamama var, bir yanda da kadın başbakan. Bir erkek olarak bu olaya içten içten kurulduğun da gözümüzden kaçmıyor.

Ana kadro soldan sağa; tecrübeli gazeteci Hanne Holm, çömezi Katrine Fonsmark, arkadaki uzun götoğlanı Laugesen, onun yanındaki Birgitte'nin basın danışmanı her şeysi Kasper.
Önde ortadaki sakallı Birgitte'nin partiden Bent Sejro, ortada Birgitte Nyborg, sağında beyi Philip, onun sağında silik televizyoncu Torben Friis.

Peki Birgitte'nin hiç hatası yok mu?
Her yöneten, işyerinde söz sahibi kadın gibi Birgitte de olayları mekanik olarak çözebileceğini düşünüyor. Üstelik siyaset > iş hayatı. Herhangi bir şirkette yönetici olmak vs. başbakan olmak. Herife ilgi gösteremiyor musun? Sevişme işini takvime bağla. Çocuğa hediye alamadın mı? Olsun haftaya alırsın. Adam seni evde bulamıyorum diye mi atarlandı, evde bulunan başka kadına gönder (oha). Fakat aile işleri tam olarak öyle çalışmıyor. Adam "Seni evde bulamıyorum" diyorsa mesela, seni sevdiğinden diyor Birgitte, karı istirem karı istirem demiyor. Sen tutup başka karıya gönderiyorsun, hepten herifi sokağa atıyorsun. Çocuklarla pek problem yok zaten, dediğim gibi eşşek kadar olmuşlar. Bunların yaşıtlarını köyde olsa evlendirirler.
Sizin evliliğinizin temel problemi bu, kocan çok mızmız Birgitte. Sen de fazla daşhaklısın. Resmen rol değişmişsiniz. Biraz hanım hanımcık ol diyeceğim ama siyasette pek işine yarayan bir özellik olmadı bu. Bilakis ne zaman "gücü" eline alıp karşındakini anlamaya çalışmayı değil kontrol etmeyi becerdin, o zaman iyi bir başbakan olabildin. Daha doğrusu, o zaman başbakan olabildin. Yoksa başbakanlığı da az kalsın götlek Hasselboe'ya elinle verecektin.

Bu aklı da sana veren Bent Sejro oldu, sonra da bu işten kendi zararlı çıktı. "Gerekeni yapmak" konusu.

Aslında biraz dizide göründüğü kadarıyla Danimarka siyasetinden de bahsetmek lazım. Zira seyrettikçe insanın Danimarkalı olası geliyor. Mesela mevcut başbakana seçimi kaybettiren çok büyük terbiyesizlik başbakana verilen EuroCard'la 12bin dolarlık kişisel harcama yapması. (Bizde 12bin dolarlık borç için dava açsan astarı yüzünden pahalıya gelir) Tabii bu bir ahlak meselesi. O yüzden de böyle bir şey ortaya çıktı mı seçmenin seni alaşağı ediyor Danimarka'da. Bu olayı son derece andaval bir şekilde televizyonda ifşa eden diğer partinin lideri götoğlanı Laugesen de neticede partiden atılıyor ama partinin oyları hayvan gibi düşüyor. Yani bizim Birgitte aslında seçimi şans eseri, iki büyük parti birbirini rezil etmeye çalışırken rezil olunca kazanıyor. Sonra da koalisyon pazarlıkları, çeşit çeşit adamlar, partiler. Hepsinin de acayip acayip Danimarkalı isimleri olduğu için burada hem siyasi pazarlığı hem de isimleri takip etmek biraz zorlaşıyor.

Neticede Birgitte hükümeti kuruyor ama kifayetsiz muhteris Höxenhaven diye bir herif var mesela, yedi kuşaktır parlamentoda olup hiç başbakan çıkarmamış bir aileye mensup. Adamlar gölge hanedan gibi, adalet bakanlığı hanedanı olmuşlar. Höx de var ya, hani şu elinde güç yokken "ay çok efendi adamdır yaa" denen adamlardan. Ama azıcık bir iktidarı olduğu anda hemen arkalardan iş çevirmelere başlayan bir model.

Böyle böyle ilk sezonda evliliğiyle sınanan başbakan Birgitte, sonraki bölümlerde anneliğiyle ve buna benzer türlü çeşit kadınlık halleriyle sınanıyor. Aslında işin dönüp dolaşıp "kadın başbakan" konusuna gelmesi biraz can sıkıcı gibi görünse de dizi bu karakteri bir kadın başbakandan ziyade bir insan, ardından bir kadın ve onun irili ufaklı mesuliyetleri üzerinden tarif ediyor. Birgitte Nyborg son derece gerçek bir karakter. Başbakan olma hırsıyla yanıp tutuşan, başbakanlık koltuğuna oturduğu anda da sanki buna programlıymış gibi asıp kesmeye başlayan biri değil. Olup biten karşısında şaşırdığı, bocaladığı, kararsız kaldığı oluyor. Etrafındaki kimselere akıl soruyor, bazen doğru, bazen eğri kararlar veriyor. Dizi ise bildiğimiz kadın başbakan algısını bir başka siyasetçinin ağzından dile getirip ardından onu da bir güzel tokatlıyor.

Sırf seyredin diye ciddi spoiler vermedim ama sanmayın ki sürprizsiz dizidir. Çok sürprizli, hassittirlidir. Bu yazıyı bitirmek için daha kötü bi cümle de olamazdı herhalde.

11 Nisan 2013 Perşembe

mırıl hanım

Bundan sekiz ay önce fena halde işkillendiğim şeyden emin olmak, bu belirsizliğe bir son vermek için tavsiye üzerine bir hastanenin yolunu tuttum. Biraz kaçınılmaz sonu ertelemek için, biraz da endişeden, biraz da sallamaktan tabii, epeyce geç kalmıştım. Doktor karnımda artık kollu bacaklı bir fasülye olmuş ufaklığı görünce "büyümüş bu!" dedi. Hamile olduğunu anlamayacak kadar hıyar biri değilim. Ama işte, insan bu kadar büyük bir sürprizi hemen hazmedemeyebiliyor. Şüphelendiği anda hemen cevabı bulmak yerine cevaba dahi hazır olamayabiliyor. Hatta kesinkes emin olduktan sonra bile, kabullenemeyebiliyor.

Her şey kesinleşip fasülyenin bütün detayları da ekranda görüldüğünde artık şeksiz şüphesiz biliyordum ki, belirli bir zaman sonra bu arkadaş bir evlat olarak elime verilecekti. Varlığından o anda sadece benim ve bir iki kişinin daha haberdar olduğu bir hayat oraya yerleşmiş, orada gelişmeye başlamıştı. O hayat artık bana emanetti, bir aksilik olmazsa, büyük ihtimalle ömrümün sonuna kadar beraber olacaktık. O anda, yeryüzünde sadece o ve ben vardık sanki. Onu kimse istemese bile ben isterdim. Onu kimse sevmese bile ben severdim. Biz artık "ikimiz" olmuştuk, babası isterse bize katılabilirdi.

Hiç beklemediğimiz bir anda gelen bu hayatı ağırlıklı olarak şaşkınlıkla karşıladık. Sonra alıştık tabii. Sonra da endişelenmeye başladık. Mesuliyeti tamamen bizde olan ufak bir insanı layıkıyla yetiştirecek kadar donanımlı mıydık? Evliliğimiz iyi gidiyordu ve genç yaşları geride bırakıp hafiften olgun yaşlara geçmiştik. Zemin ve şartlar müsaitti ancak biz hiçbir zaman çocuk için deliren tipler olmamıştık. Evlat elbette güzel bir şey, ancak beraberinde ağır bir mesuliyet de getiriyor. Aynı zamanda maddi ve manevi olarak da ağır bir mesai istiyor. Peki bütün bunlardan bizim ödümüz patlarken millet bir modaya kapılmış nasıl da pıtır pıtır yavruluyor?

Anne-baba olmak için deliren tiplerde genellikle üç şeyi gözlemliyorum.
Bir; çocuğu bir oyuncak olarak görüyorlar.
İki; çocuğu bir proje olarak görüyorlar.
Üç; çocuğu bir statü nesnesi olarak görüyorlar.

Evvela şunu yazayım, çocuk, "yapılan" bir şey değildir. Kek yapılabilir, resim yapılabilir, temizlik yapılabilir. Bunlar, her şey yerine getirildiğinde problemsiz olarak netice veren eylemlerdir. Ama insan üremesi neticesi bir hayat meydana getirmek tam olarak "yapmak" sayılmamalı. Çünkü hem neticeler çok çeşitli ve belirsiz, ve her üreme eylemi (her şartı yerine getirseniz bile) bir hayatla neticelenmiyor. Şimdi de artık bir tutku haline getirdiğim modelleme kısmına geçeyim.

Çocuğu bir oyuncak olarak gören tipler genellikle bebekleri çok seven, gördükleri yerde bebek-çocuk kilitleyen, acubucu meraklısı, olsa da sevsem, olsa da giydirsem diye deliren model. Bunların genellikle çocuk yetiştirmek hakkında hiçbir fikri yoktur ve bir çocuğu çok sevmenin her şeye yeteceğini, istediği her şeyi yaparak şahane mutlu bir çocuk yetiştirebileceklerini zannederler. Bu şekilde ihtiyaçlarını ve isteklerini karşıladıklarını sanarak kendilerini tatmin ederler. Çocuk onlar için bir insan değil bir aksesuardır, giydirip süsleyip yanlarında gezdirir, sever, herkese gösterir, daha da çok severler. Çocuktan çok bir evcil hayvana ihtiyaçları vardır.

Çocuğu bir proje olarak gören tipler, hayatta belli alanlarda muvaffak olmuş, bu muvaffakiyet zincirine bir de çocuk yetiştirmeyi eklemek, "görün bakın nasıl oluyormuş" diye göstermek derdindedir. Günüyle saatiyle plan yapıp neticede anne baba olduklarında ise inanılmaz derecede kontrollü, çocuğu kusursuz bir şekilde eğitme konusunda da takıntılı oluyorlar. Çocuk ufak bir hata yapsa bile bunu kendi başarısızlığı gibi görüp sinirden fıttırabiliyorlar. Neticede bunalımlı, yalnız insancıklar yetiştiriyorlar.

Çocuğu bir statü nesnesi olarak gören tipler de, evli değilken evli olup evlilerle takılmak, toplumda evli olarak, evlenmeyi başarmış olarak kabul görmekten hevesini aldıktan sonra aynı şeyi çocuklu olmak, çocuklu olarak görülmek ve kabul görmek için anne baba olmayı istiyorlar. Bunlar genellikle kadınlardan çıkar, mottoları "ben her şeyden önce bir anneyim"dir.

Bütün bunların dışında bir insanın (ya da iki) bile isteye, aklı başındayken çocukla neticelenecek bir üreme eylemine girişmesi çok zor. Ama bir kere olduktan sonra ondan vazgeçmek de çok zor.

Neticede dokuz ayın sonunda, tam da doktorunun söylediği günde, pek bir belirti vermeden hastaneye kontrole gidiyoruz diye gidilip orada başlayan bir doğum neticesi mırıl mırıl bir kız bebek kucağımıza verildi. Anne baba olma kararını aklı başında olarak vermek ne kadar zorsa, doğum yapmak da öyle zormuş. Hatta vücutta şahlanmış hormonlar falan olmasa, asla ayık kafayla yapılabilecek bir şey değilmiş. Hadi bir kere oldu, ikinci defa bir insanın bunu kendine yapması mümkün değil. Ama sonunda verdikleri nefis minik şey her acıya, her sıkıntıya değiyor. Daha da güzeli, o nefis minik şeyi yanımızda eve götürebiliyoruz, bizim oluyor.

Mırıl Hanım ile ilk günlerimiz, onca anne-baba-hala-dayı-dede-kardeş-arkadaş arasında uzun uzun birbirimize bakışarak geçti. O karnını doyurup uyuyunca da ben ona bakmaya devam ediyordum. Tülden kirpiklerini, mercimek gibi tırnaklarını, kuş kadar ağzını, kağıttan kulaklarını seyredip pıt pıt atan minik kalbini düşündükçe gözlerim doluyordu. Bir yandan da ona bakmaya kıyamıyordum. "Gözünden sakınmak" diye eskimiş, yıpranmış bir ifade var ya, şarkılarda herkes birbirini gözünden sakınır ve biz gözünden sakınmanın ne olduğunu bilmeyenler bunu öylesine bir şey olarak dinleyip geçeriz. Gerçekte insanın birisini, bir şeyi gözünden sakınması hem bakmaya doyamamak, hem bakmaya kıyamamak oluyormuş. Gözünden bile sakınmak, daha fazla bakarsa bir şey olacak, bu şahane işleyiş, bu muazzam mutluluk bozuluverecek diye korkmakmış. Hepsi bir yerde. Aynı anda. İşte bu, insanın içini daha önce hiç kimseye karşı hissetmediği acayip şeylerle dolduran hal de annelik olsa gerek.

Evin içinde tazecik bir bebek olduğunda, onun yüzüne bakmaya alışınca, geri kalan her şey çok kaba, çok çirkin, çok kirli görünüyor. Kendim dahil. Aynaya baktığımda kocaman burun delikleri, kıvrımlarında hayalkırıklığı, öfke, mutsuzluk gizlenmiş bir ağız görür oldum. Ben de kendimi severim sanırdım.

Herkes anneliği farklı farklı tecrübe eder diye tahmin ediyorum. Benim anneliğim de hiç beklemediğim bir zamanda gelen, üzerime giyiverdiğim bir elbise gibi oldu. Altında aynı ben duruyorum, ama elbiseyle bir başka oluyorum. Bu yazıyı yazmak için iki ay bekledim, duygularım biraz durulsun istedim. Ama beklemesem daha iyiymiş sanırım.

bunları da bilelim

Related Posts with Thumbnails