24 Aralık 2009 Perşembe

jerk dediğin nedir

Sizleri, bir blogda rastgeldiğim şu özlü sözle başbaşa bırakayım bir süre;

Being honest about being a jerk didn’t make you less of a jerk.

Keşke yapsa halbuki.

Şey vardı hani Sabrina, o tatlı cadı dizisinin teenage cadılı bi remake'i, onu diyorum. SabrinaTheTeenageWitch. SezercikAslanParçası. Olay örgüsü de genellikle Sabrina'nın gençliğin de verdiği çılgınlıkla birtakım salaklıklar yapması, bir süre bunun farkında olmadığı için daha başka salaklıklar yapması ve aile büyüklerince uyarılması şeklinde tezahür ederdi. Aile büyükleri de aynı evde yaşadığı iki cadı hala/teyze (gerçek cadıydı bunlar, ecnebinin aunt karmaşası yüzünden kimi kanallarda hala, kimilerinde teyzeydiler.) bir de konuşan kediden müteşekkildi. Bir de babası vardı sanırım arada kristalden konferans görüşme olarak dahil oluyordu. Yok lan o zamanı durduran kızdı. Pardon, Sabrina'nın cadı hala/teyzeleri, konuşan kedisi var. Kristal nesneden konuşan babası yok. Tamam.

Sabrinagiller

Bu Sabrina'nın genellikle yaptığı denyoluğu anlaması uzun sürüyordu, ne bileyim bu dişi akrabaları, kedi filan biraz kanırtıyordu bi de anlasın diye. Olayı bilmece haline getiriyorlardı çünkü bütün olay Sabrina'nın yaptığı şeyi anlayıp ondan bir ders çıkarmasıydı. "oww tanrım jeff'i nasıl da küçümsedim, oysa onun kocaman bir kalbi varmış kırıverdim" dediği anda ortam birden güllük gülistanlık olur, büyü varsa anında bozulur, küsler barışır ve derhal bir bayram havası eserdi. Sabrina'nın yaptığı denyolukların bir başka güzelliği de kalıcı hasar bırakmamasıydı.

Artık bu Sabrina'nın olayı benim içime nasıl işlemişse bu kadar, ne zaman ortalıkta sen soktun sen çıkarlı bir durum olsa direkt aklıma gelir kaltağın süper kolay hayatı.

Bizde öyle mi ya? Kazık kadar adamım aklım idrakim yerinde çok şükür, hep zamanında olmasa da bir ayılık yaptığımda bunu anlayabiliyorum. Ama anlamak yetmiyor, anlamak sevmeye yetmez. sensizolmaz. sensizolmaz. Bu durumda ben iki kere zarardayım. Birincisinde yaptığımı farkedip yeri geldiğinde acı çekiyorum. Peki öylece bitiyor mu, hayat bana "çok üzüldün lan tamam hadi canını sıkma bi çaresine bakarız" diyor mu, demiyor. Olan her neyse ona çareyi ben üretmeliyim, ki bazen çare üretmek için de, üretilen çarenin işe yaraması için de geç oluyor. Bir de buradan zararlıyım. Ettimisanaiki?

Halbüse benim bi eski sevgilim vardı, he bak bunu nickfallin'in bloguna yorum ettiydim de sallamadı sanırım. Neyse, bu adam bencil, sorumsuz ve de biraz kendini beğenmiş biriydi (tam bana göreymiş aynı ben, heh) emmee karşısındaki leb demeden ona çorumdan leblebi getirsin (ifade kabiliyetini leblebi misaline kadar düşürdüm, sanatımın diplerinde geziyorum fakat yazmam lazım bunu nolur), hislerini onun gözlerinden, seslerinden bil-iver-sin isterdi. Kitaplarda okuduğu ilişşşkiyi aramış, aramış bulamamıştı. Bir sebepten aradığı şeyin bende olduğunu sanıyordu ama takdir edersiniz ki insanın birkaç ayda karşısındakinin her bir şeyini bil-iver-me-si pek mümkün değildir.

Neden öyle bir ümidi vardı onu da söyleyeyim. Kendisi o kitaplarda okuduğu ilişşşkiyi ararken artık kimin ahını aldıysa, bitmek bilmeyen bir ergenlik bunalımı üzerine lanet gibi çökmüştü ve o ergen mood'unda geçmiş ilişkileri, sevgileri sevdaları irdelerken karşısına çıkıvermiştim. O döküldükçe döküldü, benise gelişimini sağlıklı bir şekilde devam ettiren her birey gibi ergenliği çok şükür atlatmış olduğumdan dinleyip şöyledir böyledir diye yorum yaptım. O bunu bil-iver-mek sandı, ben aslında bilmediğimi söyleyince, o da bunu anlayınca kalbi kırıldı...

Lan ne diyordum? Ha işte, bu eleman sadece kendisini ve kendisinin anlaşılmasını ister, karşısındakine bir crap bile vermezdi. Bunu da bilir, söylerdi "biliyorum, belki bencil biriyim ben, belki kötüyüm ben" filan. Bunu bilmenin önemli bir şey, söylemenin de bir erdem olduğunu sanardı. Tamam o bildi ya bunu, hayat süperdi, karşısındaki "ayy canıımmm demek öyle, olsuun ben yine de saçımı, idrakimi süpürge ederim sana. vaktimin tamamı varlığına armağan olsun" diye yerlere kadar eğilecekti. Hayallerde yaşıyormuş bazı ibneler. (he şimdi herife de ibine dedik, işallah biri çıkıp "ona karşı hislerin var hala, inkar edemezsin" demez)

Toparlayayım da gideyim artık. Düşünmeden her boku yiyip ondan sonra da "ben çok kötülükler ettim, kötü biriyim ben" diye ağlamakla günahlar çıkmış olmuyor. Bunu yapanlara "g.tün yiyorsa şunu bir düzelt bakalım" demeyi insanlığa karşı bir borç bilelim, gerektiği takdirde ağızlarını burunlarını kırmaktan çekinmeyelim. (şaka)

21 Aralık 2009 Pazartesi

öyle bir başlık atmak ki mallığı daha orada tescillemek

Haftasonu Avatar'a gittik bir grup insan olarak. Ne haftasonusu, çomartesi gecesi işte. Gören de bütün haftasonunu sinemada geçirdim sanır. Sanmaz ama dimi? aymiiin, vatkayn'ofidiyıt tinks yuspentdihoooolvikend etdımuuviiz?

Avatar evet kafam kadar

Şindi benim avatar mavatar bi fikrim yoktu aslında. Avatar the Last Airbender değil bu arada, James Cameron'ın Avatar bu. Hani 14 sene önce düşünmüş adam, bugüne kısmet olmuş. O işte. Bir nümayiş var belli belirsiz ama hakkında yeterince şey duymamış, okumamışım. Bu sebepten Avatar'ın ne süperŞahaneMuhteşemBambaşka olduğunu bırak, 3 boyut olayını bile sözlükte öylesine denk geldiğim bir entryde gözüme takılan "muhakkak 3d seyredilsin" uyarısı sayesinde öğrendim. Cumartesi ikindi bir arkadaşın dürtmesiyle araştırmaya fırsat kalmadan kendimi mybilet'te buldum.

Böyle işlere neden ilk atlayan ben olurum bilmiyorum. Ben bu huyumdan kurtuldum sanıyordum, kurtulamamışım meğer. Ne zaman ki kalabalık bir arkadaş grubu buluşmaya kalkar, ben kendimi herkese yakın mekan, herkese uygun saat ararken, herkesi tek tek arayıp ısrar ederken bulurum. Ne zaman ki hep beraber bir iş görülecek, bir yere gidilecek, bir hediye alınacak, ben derhal üzerime vazife alıp uygun alternatifleri düşünüp karar verip herkese düşen kısmı paylaştırırım. Bunları da böyle aman bende lider vasfı var, aman ben kitleleri peşimden sürükleyeyim benim istediğim olsun diye değil sade o an geçici bir dumur halinde olduğumdan, biri bir organizasyonumsu demeyegörsün, aklımı bilem kaçırırım. Neticede organizasyonlarda kimilerinden kazara çıkmayan para benden çıkar, kimsenin harcamadığı vakti, fosforu yine ben harcamış olurum. Geç kalındı, ay şu eksik oldu bu eksik oldu diye boşu boşuna stres sıkıntı yaparım. Buna da sonunda sinir olurum. Yine de ortada sahipsiz kalmış bir işi sahiplenmemek için kendime "bıraaak ulan bırak" demem lazım gelir, yüzüme sinsi bir ifade kondurmam gerekir.

Bak şimdi düşündükçe aklıma geliyor... Film şeridi gibi lan, kendimi paso bilet dağıtırken, onu ayarladım bunu hallettim şu olmuyor diye herkese anlatırken görüyorum mal müdürü gibi. Millet ne rahat minakoyim, "ayy şunu da yapsak" diyorlar hooop önlerine alternatifler, biletler, mekanlar. Adamlar aga ben maraba gibi koşturuyorum resmen. Aslında biraz da bunu götü kalkıklığımdan yapıyorum, başkasının yaptığı işi, saatini mekanını filan beğenmem çünkü. Çok dünya skimeyse, gitsem de olur gitmesem de olursa bırakırım biri yapsın. Yok eğer öyle değilse sanki vazife benimmiş de ben yapmazsam herkes alınacakmış, sadece ben gidiyormuşum da millet eşantiyonmuş gibi koştururum. Toplu bilet alımı da bunlardan bir tanesi bak. Halbuki bilete geçen festivalden sonra tövbe etmiştim, yine çok pis gaza geldim. Hem de çok pis.

Ne diyordum, kendimi mybilet'te Avatar'a bilet bakarken buldum ama anam bu 3d ne sıkıntılı şeymiş, ne beter bir şeymiş... Real d si var, imax'i var bi de bikaç bişey daha var. Arkadaş bi teknoloji gelir, hepsi çokafedersin aynı pokun lacivertidir ama herkes kafasına göre isim takar. Bi de isimden bir şey anlamak imkansızdır, sen true bilmemne haa en süperi bu heralde dersin bakarsın meğer o en skik olanıymış. Bu Real D 3D ismini görünce de aklıma direkt o geldi. Şimdi real meal diyorlar kesin bu işte 2D'den hallicesidir dedim içimden ama rahat da edemedim. En sonunda imax'te karar kıldım. Bildiğimiz imax sonuçta dev perde filan, yani teknoloji olarak daha kötü olacak hali yok hepsi perdede oynatıyor, bu adamınki büyük perde. Allah bilir tek farkı da odur ha, hatta kesin odur.

Muhtelif sinemalarda yer durumuna bakınıp imax'te karar kıldıktan sonra işim kolaylaştı zira toplam bir adet imax sinema vardı, o da İstinye Park'taydı. Filmin daha dün gösterime girmiş olması sebebiyle kalan yerler içler acısıydı fakat bu imax salonda nasıl olduysa en arkada bir köşe yer boştu. Hemen köşeden yeterli miktarda bileti kapıp İstinye Park ve imax ve mybilet işbirliğiyle şahane bir miktar domaldım. Yine yeri, saati ben seçmiş, müjdeli haberi kitleme ben vermiştim. Organizatördüm, aslandım.

Mekana şen şakrak varıp mahşeri food court kalabalığında karın doyurduktan sonra salonlara doğru yollandık. Yine şen şakrak bir sıra bekleme sekansı ardından sırada elimizde koca koca patlak mısırlarla göt oluşumuz vardı. Benim köşe möşe ama en arka ehe ehehe diye sevine sevine aldığım biletler en önde çıkmasın mı, ben salonda umutsuzca bir aşağı bir yukarı tepinirken perdenin tam köşesine denk gelen o koltukların soğuk yüzüne bakakalmayayım mı?

E be gerizekalı, e be kazma, insanların bilet almak için birbirini ezdiği koskoca Avatar'a, koskoca İstinye Park'ta sana en arkada yer bırakırlar mı? Hiç mi düşünmedin sen bunu?

Valla hiç düşünmedim. Sebebi de denyo mybilet'in bütün salonların krokisini eyyyle gösterirken istinyeParkAfm salonunu beyyyle göstermiş olmasıydı. Nası diyim sana, tepetaklak. Sağını sol, solunu sağ. Önünü arka, arkasını ön. Anlatabildim mi? (Bugün tekrar baktım, baktım ve İstinye Park sineması ile Nautilus sineması arasındaki fiyat farkını da görmüş oldum. Kalbim bir kez daha kırıldı, yüreğim yandı.)

Yerimi ve bu yaptığım mütttiişş hatayı o derece kabullenememiştim ki o kadar olurdu. Reklamlar başladığında hala koltuğuma karşısından bakıyordum diyim, o kadar. Aslında salonda hasbel kader boş yer bulur muyum diye bakınıyordum bi yandan da çakal gibi. Netekim yoktu, zaten aslında sinirden boş boş bakıyordum ben be, kendimle beraber şu seyir zevkinin içine ettiğim insanlardan ne kadar özür dilesem azdı, bıraksalar oturup ağlayacaktım da olsun molsun diye teselli ettiler, ondan sonra yerime oturabildim.

Film başlayınca da dayanamayıp gittim ortalarda bir yere merdivenlere oturdum. Onlara da teklif ettim ama gelmediler, ya en önden film seyretmemişlerdi, ya da daha kötüsü, en önden üj boyutlu film seyretmemişlerdi. Belki de basitçe umurlarında değildi, bense o an verseler en arkadan beş kişinin kafasını koparabilirdim. Neyse.

Gittim merdivenlere oturdum tek başıma, sevgilim sevdiceğim bile gelmedi.

Bir filme hazırlıksız gitmenin en poktan taraflarından biri de ne kadar süreceğini bilmemekmiş dostlar. Filmin arasız 3 saat olacağını bilsem o merdivenlerde yine otururdum ama, hiç değilse altıma bir şey alırdım da hem baş ağrısından hem göt ağrısından kıvranmazdım.

Eskimişim zira, göz möz beyin 3 boyut olayını proses ederken encük gibi olmuş, çıkışta eşşek gibi başım ağrıyordu. Köşeden seyretmeye tercih ederdim o ayrı.

Daha kolay yollarını da biliyorum, vatyusii iz vatyuget olanlar misal.

Filmin kendisiyle ilgili de bi çift laf ederdim ama, onu sonra edeyim. Kol gibi yazı oldu zaten kim okuyacaksa.

8 Aralık 2009 Salı

arap naber


Sözlükte de başlığı var, Türklere sorulan salak sorular diye. Vay efendim Türk'üm denince "Siz deveye mi biniyorsunuz" diye soruyormuş gerizekalı Amerikalılar. Hatta bir arkadaş buna cevaben "Tabi la ne sandın, bizde deve ehliyeti bile var" diye daşhak geçtiğini anlattıydı da nası güldüydük.

İşte batının kapalılığı, işte batı toplumunun basiretsizliği ve altından göz kırpan fikir; aslında bu Avrupalı'nın Amerikalı'nın dünyadan haberi yok be hacı. Adını duymadığı memleketlere bile vizeyle gidebilen bir milletin evlatları olarak biz bu denli dünyadan haberdarsak koskoca Avrupalı, koskoca Amerikalı neler neler bilmeli halbuki. Ama bilmiyor, bilemiyor. Çünkü Avrupalılar alık, Amerikalılar salak. Sanki zenci görünce "Arap naber" diyen kendisi değilmiş gibi, çekik gözlünün cümlesinden "ehe ehe capon" diye bahsetmiyormuş gibi; sanki kendi bildiği dünya Amerikan filmlerinden ibaret bir Amerika değilmiş gibi bir de kırbirbuçuk milletten tanınırlık bekliyor. Bu kadar milletin içinden de birisi çıkıp "yaa türkiy, istanbuuuûl" dedi miydi sevindirik oluyor. Hayaller peşinde dünya vatandaşı tribine giren gencin de azmi, orada kızlar teklif ediyormuş efsanesinin yerle bir oluşunu görünceye kadar. Yoksa biz seni bilmiyor muyuz hocum; caponunun da arabının da koy g.tüne, en şahane milletin mensubu, dünyaya bedel Türk'tür, Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur. Dimi? (Yes! *OnuncuYılMarşı*)

Zaten global şirketler de krizi türkiş ceo'larla aşmayı planlıyorlarmış, ne sandın.

2 Aralık 2009 Çarşamba

sucuklar

"Sen ben çocuklar, enfes oldu sucuklar
hedehöttö her zaman enerji lezzet sağlık vaaar"

diye bir reklam jingle'ı vardı, hedehötünü hatırlıyorum da şimdi yazmadım. Ay yazasım gelmedi, hatırlamıyomuş gibi yapmayı tercih ettim. Böyle gereksiz bi reklamı yapanlar belki arar bulur bu post'u "aha lan o zamanlar kimse sallamadıydı ama iyi iş yapmışız demek ki, hala hafızalarda taptazeyiz, marka bilinirliği o biçim olmuş" der. Der de böyle şeyler yapmaya devam eder allah muhafaza.

Ben bu jingle'ı sevimli, akılda kalır yapan çocuklar/sucuklar benzetmesini çok sevmiştim o zamanlar da, kanım ısınmıştı. Kendi versiyonum olan "Sen ben sucuklar, enfes oldu çocuklar" hali hala aklımda, hatta bugün yine nerden çıktıysa geldi günümün soundtrack'ine eklendi. Ama süper gore bi olay bakar mısın, sucuklarla bir olup çocuklarını enfes yapıp yiyen annenin dramı. Jingle yapmış bi de.

22 Kasım 2009 Pazar

keyword kafası

Birkaç zamanlık, yerli köklü oturmuş blogu olanlar arada bir "ahayt benim bloguma neler arayıp da geliyorlar ayol" yaparlar ya, ben ona çok özenirdim işte. Şimdi aklıma geldi bi bakayım dedim kim girmiş kim çıkmış, gelmişken keywordlere de baktım. Baya birikmiş, olgunlaşmış, ele gelir olmuşlar. Şimdi onlara "senkimsinyaaa" "aysalağabak" makamından huysuzlanıcam. Abazanları hor görecem, yazım hatalarıyla dalga geççem müsadenizle. Şımarık şımarık gülücez hep beraber. Buyrun.

otobüste alan razı veren razı tacizi -- oha, bi tane de değil bu. bi yerde mi görüyosunuz dizi adı mı ne bu böyle bilmemkaç kişi aratıp geliyo? üstümeiyliksaalık ne alması ne vermesi blogda öyle şey mi olurmuş?

terazi burcundan koca olurmu -- biz burç olayına tepki koyuyoruz hırt gugulun bana yaptığına bak ya... (bunu yazan bi daha gelirse ona tavsiyeım, soru ekini ayrı yaz. yazınız.)

don draper kimi seviyor -- rivayetler muhtelif, nobody ever lifted that rock derler ona bu alemde. (bi seferinde de "don draper sekreterleri" diye aratılmış. sırasıyla sayayım, ilki Peggy şimdilerde metin yazarı olan kız. ondan sonra santralde çalışan mı ne saftirik bi kız vardı, bi tur Peggy, bi tur Don Draper haşlamıştı onu çok kalmamıştı. sonra Jane diye gaşar bi kız geldi, Sterling'le evlendi gitti. Şimdilerde yine silik bi tip var sanırım orijinal bişi değil pek.)

sapık bacaklar -- sapık bacak ne lan? katil bacaklar, manyak bacaklar ufff duman çıkar duman. kuzuciğim.

sik içtim dilim yandı -- çok ayıp. ergensiniz sanıyorum.

pelin batunun tarihin arka odası kıyafeti -- bak görüyo musun beğenip aratan bile var.

doğum kontrol hapı tü -- tü?

işimden istifa edeceğim -- ben ettim kurtuldum sen de et. (gaza gelme tabi kötünü sağlama al)

plasente şampuan -- hihihi plasenta olucak doğrusu, dalga geçelim hadi. Ay öğren de geaaal tipe bak yaaa

içtim geğirdim bile -- bunu da söyleyecek google'dan başka kimsesi yokmuş yazık lan. (zavallılıkla fütursuzca dalga geçme kısmını da tamamlamış oldum)

miyto
-- tabii mutlaka.

bioxcin kullanımı bırakılınca saç eski haline tekrar dönüyor? -- harbi mi? anaa kullanmayalım lan o zaman.

şişman kapak kızı -- sensin şişman.

kız bacaklara bak be -- ah be.

çarli -- teessüf ederim.

revigen nasıl bir sey -- böyle ibne gibin puşt gibin bişey. (bana bunlarla gelin)

"ecm dedi ki" site:*.blogspot.com
-- elmoş yavrum seni soruyorlar galiba. uvv * filan bilinçli arayıcı hem de. yannız * olayı bu gugul aramada sökmüyor sanırım.

KZ VE AĞDA -- ağdalı porno yapılsın burdan yetkililere sesleniyorum, artık bu isteklerle baş edemiyorum.

kırmızı yeşil bantlı çanta -- gucci'leri diyosun?

Hastası olduğum bu fotoyu da vesileyle sokuşturayım.

ne nerede ne zaman niçin nasıl kim birer cümle içinde kullanalım -- ilkokul ödevlerini gugulda aratmayalım. vaktiyle öğrenelim bunları.

göt nasıl şikilir -- şiki şiki baabaaa

şampuana doğum kontrol hapı -- buna benzer bikaç tane var, hakikaten şampuana doğum kontrol hapı karıştırınca bişey mi oluyo? ben de aratayım nan merak ettim.

kendine zarar vermeden hasta olmak
-- hehehe çakaaal...

tarkanım -- tarkan duy beni bak sana tarkanım diyen bir kitlen var.

zenginler yilda kac para harciyor -- çok para üfff bu kadar hem de.

kız olmak istiyorum -- kolay gelsin.

17 Kasım 2009 Salı

oradaydım desem yalan olur

Hızlı yaşanıp genç ölünen zamanların en rockstar, en hızlı yaşar adamı Mick Jagger'ı huzurlarınıza davet ediyorum.


Gençliğini uyuşturucuyla, alkolle, partiyle, sekisle, bitakım çılgınlıklarla geçirip başına türlü türlü işler açmış, çeşit çeşit kadından çocukları olmuş, 60 küsür yaşına kadar da yaşayabilmiş, hala da yaşayan bi insan Mick Jagger. Michael Jackson bile 50sinde göçüp gitmişken ona gençliğinin ve dinçliğinin sırrını sorduk, biraz da dedikodu yaptık.

Glam Rock olayından eksik kalmadığın iyi olmuş Mick Jagger

Aynı zamanda kıl bir adam, böyle huysuz, böyle artis, böyle şımarık. Gerçi o kadar ünlü olsam benim de ne götü kalkık, ne piç olacağım belli. Farkı şu ki adam işini hem seviyor, hem para kazanıyor, hem de hayranları var "Stones bitti yeaaaa" demeyip nerde konser nerde olay var koşuyorlar. (Gerçi Stones hakikaten bitmemiştir herhalde, o da ayrı.) Bizim emektar artisler köşelerinden "sanat camiası çok vefasız :((" derken herif 425 milyon dolares servet sahibi olmuş, bir de sahneye çıkıp horoz dansı yapıyor arkadaş...


7'sinde neyse 70'inde de o. çokkomik.

Bilmemkaçıncı film festivalinde Shine a Light'ı seyretmiştim. Orada Rolling Stones'a bir kez daha hayran filan olmadım, başka bişey dicem. Sinemada konser seyretmek, hem de Rolling Stones konseri seyretmek, hem de yanında arkadaş filan olmayınca oldukça kafa skici bir tecrübe olabiliyormuş onu deneyimledim. Öyle bir hayran, bir fan falan değilim yani yanlış anlaşılma olmasın. Olsa da bundan utanacak değilim, asla. Neyse. Yine de Mick Jagger yahşi, Keith Richards canki, bir hareket, bir ihtişam, bir nümayiş, bir feveran...

İyice poktan bir müzik eleştirisi diline bağlayan bu yazımı hevesim kırılarak burada sonlandırıyorum. Halbuse ben Mick Jagger'ın buruş buruş yüzünde bir biredpit kasıntılığı görmediğimden bahsedecektim, gençliğinde en has ortamlarda sekmiş, 60larına gelince kültür elçisi takılmaya başlamış Mick beye methiyeler düzecektim ama olamadı. Kısfmet...

Stones tekmili birden

13 Kasım 2009 Cuma

ne haber, ne haber, ne haber daha daha ne haber

Şimdi haberler. Yok önce özetler.

- Şurada bahsettiğim olayı kısmen de olsa gerçekleştirdim. Kısmen derken yanaktan makas almak, fakyu diye bağırmak gibi anarşik tavırlar dışındaki kısmı, ordan sonrası harfiyen doğru. Kısa ama etkileyici tiradımı da attım. Bu olaydan etkilenen bir kişi daha ordan ayrıldı.

- Saçlarıma Revigen'den de bir fayda gelmeyince bi de sabun deneyeyim dedim. More Than Soap diye bir şey var ingiliş adıyla türk sabunu, halis. Defneli mi desem biberiyeli mi bi sabun verdiler, içinde ne vardı o derece dikkat etmemişim. Zaten o kadar süslü püslü kokulu sabunun içinde en enayi tipli olanı verdi kız. Öyle ümitsizim ki.

- Haddinden uzun zamandır cilt bakımı, temizlik, yüze göze sürmelik mucizevi şeyler ile ilgiliyim, envai çeşit şeyi sürüp sürüştürdüm bugüne kadar ama içlerinde aha budur diyebileceğim tek bir mamul çıkmadı. Çok bedbahtım ya, geçen gün aynada baktım alın nahiyesi eşşek derisine dönmüş. Cillop gibi cilde sahip olamadan kırışıp gidicem...

- En kaliteli yumurta hücreleri erken yaşlarda gidiyormuş, dangozları sona kalıyormuş. Aşşa yukarı 30 yaştan önce bu yumurtalardan biri embriyo olursa kaliteli bir mamul ortaya çıkıyormuş (tabii burada diğer malzemenin de kaliteli olduğu varsayılıyor). Ya allaam 30umdan sonra doğurup denyo bi çocukla uğraşmak istemiyorum, zaten çocukları sevmem bi de benimki böyle Disney Channel gibi bişey çıkarsa dünyanın en kötü annesi olurum lan :/


- Çok varoluşsal yazı tasarılarım var, ama hep işyerinde aklıma geliyor ve arkamdan birileri gelip geçerken konsontre olup yazamıyorum.

- Tabii yeni işimden bahsediyorum burda, ilk hafta itibariyle herhangi bir dallamalık görmedim.

- Elimi attığım ilk projede bug buldum, önemli de bişeydi. Kötüm kalkmasın sonra inişi acılı oluyor diye çok uğraştım ama nalet olsun çok analitiğim. Birisi kendinizde hoşlanmadığınız bir özelliğiniz var mı diye sorarsa (içler acısı haldeki bu cümleyi, söyleyenin zihinsel çoraklığının bir temsili olarak gösteriyorum) çok analitik olmam diye cevap vericem bundan sonra. Ya kahretsin, her şeye böyle analitik yaklaşıyorum, normal insanlar gibi tepki veremiyorum. Halbuki ben de herkes gibi ağlayabilmek, gülebilmek isterim. Analitik bir insan için hayat çok zor :(

- İlk haftamda üstünde boylu boyunca bir A harfi, diğer tarafında rahatça okunabilecek büyüklükte Attractive yazan kafam kadar kulplu bardakla (kupa lafını hiç sevmem) yeterince iddialı bir başlangıç yaptığımı düşünüyordum zaten.

- O zaman neden aldın ulan tarramın anteni, başka harf mi yoktu, başka bardak mı yoktu diyenlere cevabım uzun olacak. Şimdi biz sevdicekimle aldık bu bardakları, her harfinden vardı, ben onun adının baş harfini, o benim adımın baş harfini aldı. Böyle şebeklikleri ilkgençlik yıllarında yarıp geçmiş arkadaşlar kusuruma bakmasın, römantik manada gelişimimi geç tamamladım ben. 20li yaşlarımın bir kısmını dahi tomruk olarak geçirdim. O yüzden milletin artık gördüğünde peff dediği birtakım şeyler bana şirin gelebiliyor. Önemli olan paylaştıkça artan tat. Hayır lan romatik komedi seyredecek kadar düşmedik daha, yok artık.

- Arkadaşınızın düğününde/nikahında taktığınız paraları, aldığınız altınları gelinin/damadın halasıgiller yesin istemiyorsanız hediye çeki yaptırın. Verilen miktar faturayı kesip arkasına yazıyorlar oluyor. Tabii bu daha pratik düşünülen zamanlarda, yoksa hediyenin fiyatı filan ayıp şeyler bunlar. (sanki çeyrek altının fiyatı gizli. peh işte)

- Hayatımda sadece bir defa gadın dergisi aldım (adı Elle), bi yerde karıştırırken hoşuma gitmişti özel sayı filan. Aylar geçti elimi sürmedim henüz. İkincisini de geçen gün aldım. Ben bu dergileri okuyan kadınların o moda fotoğraflarındaki Dior! Louboutin! Zac Posen! leri kapış kapış aldığına inanmıyorum. Alan illa ki var ama diğer çoğunluk ne yapsın? Gitsin zara'dan topshop'tan filan en benzeyenlerini alıp iğrenç Nine West ayakkabılar, çin malı naylon çantalarla bütünlesin, sonra bir ömür kredi kartı borcu faizi ödesin. Zaten kredi kartı olmasa, adam çıkarıp o kadar boktan bir çantaya elceğiziyle 180 teleyi saysa bi daha sksen almaz. Yazık tabi onlara.

- Jam!

-imaj kreditto nikki graziano

2 Kasım 2009 Pazartesi

sephora'da ezik gibi kaldım


"Siz ne bakmıştınız" diye soran, elindeki malzemeyi sürekli methetmek suretiyle bana itelemeye çalışan kozmetikçi mağaza görevlileri karşısında nasıl bir eziklik duyduğumdan bahsetmiş miydim?

Şimdi ben olduğumdan 8-10 yaş küçük gösterdiğimden lise-üniversite çağlarında, cebinde parası olmayan, mümkün mertebe beleş peşinde koşan tayfanın bir neferi kılığında mağazaya daldığım vakit bi süre sonra görevli tripkar bir tavırla yanımda biter ve "ne bakıyordunuz" buyurur. Ben de o anda bir şey bakmadığımı hatırlayıp suçüstü yakalanmış gibi ortamdan sıvışırım. Yani aslında sıvışmıyorum ama ordan kaçasım geliyor, "öylesine bakıyorum" dediğim, ama baskıya daha fazla dayanamadığım günler olmuyor değil.

Bu durumu epeyce aştım sanıyordum ben, aşamamışım. Pazar günü Sephora'ya gittim, böyle bir erken-öğle vakti. Pazar günü için hala kargaBokunuYemeden sayılabilecek bir saatti, içerde kimseciklerin olmaması da beni teyit eden bir göstergeydi. Bu durumda iyiden iyiye sıkılmış mağaza görevlileri yaşadıkları hayata küfür etmekteyken içeri giren beni görüp bana sardılar. Sardı daha doğrusu, beline fırçalarını kuşanmış bi eleman gelip bana yardımcı olmaya başladı. Aradığım tek bişey var, vaktim de bol, ben de şöyle her markanın ilgili mamulüne bakına bakına, sürüne sürüne gezicem işte. Böyle kah bakınır kah sürünürken beklenen an geldi ve bana yardımcı olmaktan yorulmuş görevli fırçalarından da aldığı güçle "siz nasıl bir şey bakıyorsunuz" buyurdu. O an her ne kadar ordan kaçmak istediysem de aradığımı henüz bulamamış olduğum geldi aklıma. Hem niye kaçıyordum, almak niyetindeydim, henüz alamamıştım. Niyetim bu derece halisken kaçsam, hakkımdaki şüpheleri doğrulamış olmaz mıydım?

Kendimi böyle böyle telkin ederek turumu tamamladım ve kararımı verdim. Tabii oradan çıkıp gitme arzusu ile verilmiş acele bir karardı ama neyse ki yalnız değildim, fikir teatisi ettik, kararımızı verdik. Satın almış olmanın hafifliği ile bi saat daha gezerim mağazayı sanmıştım ama fırçalı adamın nefesini her adımda ensemde hissediyor, "sittir git burdan lan kurcalama her şeyi" diyen suratıyla karşılaşmamak için o tarafa bile bakmıyordum.

Bir de bişey farkettim. Astoria Sephora'da cilt bakım ürünlerini ışıklı raflara dizmişler iyi güzel de, mağaza sıcak, ışıklar sıcak, bozulur lan onlar? Zaten rujlar glosslar filan yavşamış kendinden geçmiş, Nars standı ise bakımsızlıktan orda öksüz yetim gibi kalmış. Hani Nars'ın ne olduğunu bilmesem, bu ne lan hayvan gibi de fiyat biçmişler ehehah derim. (hala diyebilirim aslında o da var.) Böyle böyle dolanırken aklıma en azından cilt bakım ürünlerinin serin raflarda saklandığı bir cilt bakım mağazası, adeta dünyası fikri geldi. (adı da cilt bakım dünyası olur ne kadar orijinal). Gerizekalı Sephora karşıma beline fırça kuşanmış artis tipler çıkaracağına cilt bakım malzemelerini haşlamamayı akıl etse daha iyi değil mi? Şimdi kim ordan bişey alır ki?

Turumun sonuna geldiğimde kasaya varıp aldığım iki parça şeyi ödediğimde görevli hala bana beş karış surat ediyordu. Sephora'dan bir kez daha ayrılırken bir kez daha "buraya da bi daha gelirsem na böyle olayım" dedim içimden.

27 Ekim 2009 Salı

yine kimler zengin oldu diye hayıflananlar


Ortamda televizyon açıktır, diyelim ki haberler var. Filanca belediye şöyle bi hizmet getirdi, filan sistem şöyle şöyle yenilendi baştan aşşa diye bişey duymayagörsün bu tip, hemen kafasını kaldırır ve o muhteşem yorumunu yapar "yine kimler zengin oldu cık cık cık".

Televizyon olmasın da gazete olsun, gazetede okusun bu haberi, kafasını kaldırıp kendisini dinleyen, dinleyip de sallayacak olan var mı diye kısacık bir bakar ve tercihen önce haberden bir kısa kupleyi, ardından yine kimler zengin oldu breh breh teranesini ortama salar. Kendi kendine mırıldandığı da olur, olabilir neden olmasın... İçindeki yine kimlerin zengin olduğu merakı ve hırsı yeteri kadar büyükse o da olur...

Yeni yetme sosyal bilimcilerin, iletişimcilerin dillerinden düşürmediği farkındalıkın birer karikatürü gibidir bu tipler. Her şeyin farkında olduklarını bildirmeyi marifet sanar ve farkındalıklarını hasetleriyle, hırslarıyla, öfkeleri ve paranoyalarıyla beslerler. "Ben demiştim" demeye hak kazanmayı zafer sayar, bundan zafer olmayacağını anlayamayacak kadar zavallı oluşlarını hep gözardı ederler. Bu tarz zavallılıklar onların farkındalıklarının dışındadır. Başkalarının ne de hain, ne de hin olduğunu bilirler de kendilerini bilemezler. Başkalarının ne de hain, ne de hin olduğunu bilmekle takdir göreceklerini sanırlar. Sanki onlar neler döndüğünü ortaya çıkarıverince çark dönmeyecek, dolap duracaktır; sanki bütün düzen durup onlara alkış tutacaktır.

YineKimlerZenginOlduDiyeHayıflananlar zengin olmanın her yolunu bildikleri halde asla zengin olmayacaklar, zengin olmayı istemekten bile imtina edecekler. Onları zenginlikten uzaklaştıran her kuruş farkı madalya gibi taşıyıp gerektiğinde beyan etmekten gurur duyacaklar. Farkındalıklarını bir ömür ekmeklerine katık edip namuslu bir hayat sürmekle övünecekler.

Zengin olmanın her yolunu bilmediklerini ben onlara söylesem de inanmayacaklar.

26 Ekim 2009 Pazartesi

atlas shrugged - ilk kitabın ardından

Şu yazımda bahsetmeyi unuttuğum o rezil önsözden başlayayım.

Kitabın Sinan Çetin sponsorluğunda Plato Yayınları'ndan çıkmış Türkçe tercümesinde Ayn Rand'ın önsözünden önce bir de Serdar Erener önsözü var. Hem de nasıl biliyor musun, sayfalarca. Anlaşılan sinançetingil ve serdarerörener kafa kafaya verip, "hacu biz bu kitabı halka hizmet adına bastırdık ama bizim millet andaval şimdi anlayamazlar olayı, adamlar niye işi bıraktı höldinklerini kodu gitti derler" diye düşünüp biz gerizekalı kitap okurları için böyle senli benli, "ben bir zamanlar"lı, şirin mi şirin bir önsöz hazırlamaya karar vermişler. Serdarerörener yıllardır biz gerzek halk ile iç içe, bize sürekli bir şeyler satma peşinde olduğundan bizi bizden iyi tanıyışına güvenerek kitapla, Ayn Rand'la aramızda adeta bir köprü vazifesi üstlenmiş.

Ya ulan, ben bu kadar pespaye, bu kadar KendiniHadsizceCiddiyeAlan bir davranış mamulü görmedim. Adamın her bir beyin kıvrımından tiksindim, "hay almaz olaydım" dedim... Benim işim satmak ve amatör insan sarrafı kısımlarında kusasım geldi.

Okumayanlara orijinalinden okumalarını, Türkçe okuyacaklarsa o önsözü atlamalarını tavsiye ediyorum. Daha temiz bir başlangıç olur.

Televizyonunu yeni açanlar için tekrar edeyim, Atlas Shrugged, ilk defa 1957'de basılmış, Birleşik Devletler'in (ehöm) Büyük Buhran (The Great Depression) zamanını anlatan, bu esnada da "kurtuluş Kapitalizm'de" buyuran bir "felsefi roman". Ayn Rand kendi yazdığı önsözde "The Fountainhead bu kitabın uvertürüdür" demiş (overture?). Ağır ve yoğun bir felsefi içerikten çok 1000küsür sayfada Kapitalizm'in güzelliklerinden bahseden ve bireyin tarafını tutan, kahramanları birey/bireyci/kar peşinde olup mıymıntı asalakları "ama insanlar, ama duygular" diyen, şimdiki zamana göre biraz köşeli bir metin.

Rockefeller Plaza. Taggart Transcontinental binası olsa bu kadar olur.

Bunları zate yazdıydım, ben karakter dedikodularıma geçeyim. Okumayanlar için bir miktar spoiler var, arz ederim.

- İlk kitabın sonuna doğru Francisco d'Anconia kayboldu, ne peşinde, nasıl geri dönecek acep. Acep nedendir.

- Dagny Taggart'ın kadınlığı, şu bireycilik, kar amaçlı olma hali çerçevesinde ne de güzel tasvir edilmiş. Zamanına göre çok ütopik, hatta şu an için bile biraz ütopik bi kadın sayılır Dagny. Naz yapmıyor filan...

- John Galt Hattı macerasından başarıyla çıkan Dagny hem hattı, hem çelikçibaşı irkek Rearden'ı kaptı. Şimdi motor peşinde. Atmosferdeki statik elektrik filan biraz yalan şeyler ama bunu biraz da Back to the Future serisindeki akı kapasitörü gibi okumak lazım sanırım. Zaten motor peşindeki macera sayesinde karşı takım mensuplarını, yazarın gözünde ve kitabın evreninde sistemin mızmız parazitleri diye tanıyacağımız insanlardan bir demet görmüş oluyoruz.

- Kitabın evreni dedim de aklıma geldi. Tamam şimdi çok da felsefi roman olarak görmedik, ne bilim fikir yoğunluğunu yeterli ve çeşitli bulmadık ama yazarın bir kitap için kurduğu dünya vardır ya, o dünyanın da renkleri, kokuları, sesleri ve dahi fizik kuralları vardır, işte Ayn Rand'ın Atlas Shrugged'da kurduğu dünyaya bayıldım ben. Akşam olsa da servise binsem, kitabımı okusam diye bekler oldum gün içinde.

- Romanın bi analizi gibi bişeyi var şu sayfada, Rockefeller Plaza resmini de onlar koymuş. Spoiler olur diye okumadım sonuçta John Galt kim bunu bilmiyorum.

- imdb'de filmine ait bir sayfa var, tek oyuncusu belli: Dagny Taggart rolünde Charlize Theron. Bu da benim acayip hoşuma gitti, düşünsene Charlize Theron'dan harika bir Dagny çıkar bence. Yalnız film olması için kitabı epeyce kesip kırpmaları lazım, pek kimseyi tatmin edeceğini sanmıyorum o yüzden.

Jolie for Dagny Taggart yea

- "2008 yılında çekilecek film için" ohooo yalan olmuş o, Angeline Jolie olacakmış Dagny. Aslında yakışmış da gibi ama Angeline Jolie kafasında bi kadın Dagny Taggart'ı oynarsa Ayn Rand mezarında ters dönebilir.

- Şurada bi cast tahmini koymuşlar ama biraz Lost etkisinde kalmış. Bi kere Kate'den Dagny olmaz arkadaş. Charlize Theron iyi. Lillian Rearden olarak Jennifer Conelly fena değil ama benim aklımda daha çok Dita von Teese tarzı bir kadın canlandı. O olmasa bile saçlarını kesin öyle yapmalılar. Hank Rearden için Daniel Craig gayet yerinde olmuş. Bi tek Francisco d'Anconia'yı yakıştıramadım burda. Daha İtalyan tipli biri olsun, Al Pacino bile olabilir ama bilemiyorum kafamdaki tipe benzeyen bi aktör gelmedi aklıma.

- James Taggart'ın bi sıkı dayak yemesi lazım.

- İlk kitabın sonu çok alevli, beyle alev alev, gayet tatlı bir final olmuş.

Pek ilginç tespitler yapamadım ama bunları yazmalıydım dostum... malıydım... malıydım...

16 Ekim 2009 Cuma

seyretmiyordum yemek yerken açık kaldımış

Ortalama Amerikan dizilerinde her bölüm sonunda mıymıymıy sözleri çıstımtımçıstımtım ağır ritmiyle bir indie olsun bir country olsun şarkısının çalınması adeti var dimi?

Ortalama dizi dediğim adı üstünde ne bilim One Tree Hill gibi Cold Case gibi pek iddiası olmayan diziler. Bölümde birtakım olaylar olur, sonunda bişey olur tercihen bi dış ses konuşur, birbirinden içli, etkileyici olsun diye çekilmiş görüntüler akar. Kör göze parmak referanslar arzı- endam ederler, sevinç, hüzün, kutlama, acı gibi duygular olabilecek en klişe şekilde verilirken arkada akustik bi şarkı alabildiğine bayar, bayar, bayar...

revigen saçımı baştan çıkardı

Ben bu Phyto miyto yazısını yazdığım sıra elime bir broşür geçti, dökülen saçlar için envai çeşit pok püsür, Revigen, tekmili birden. Evigen diye bir şey duydum demiştim ya, bu onun amca tarafından teyzeoğlu gibi bişey olsa gerek diye heveslendim. Bir de boşluk yerine kaşe basmışlar, filanca eczanesi, saç ve cilt analizi.


İyi lan dedim analizden zarar gelmez, bakalım ne yumurtlayacaklar diye tıngır mıngır mekanın yolunu tuttum. (şimdi burdan mekanların yolunu tıngır mıngır tutan boş beleş bir insan olduğum anlaşılmasın, işim vardı, işte değildim, bunu fırsat bildim. yoksa son derece meşgul bi insanım.) İçerdeki beyaz önlüklü çokbilir bana kısa bikaç soru sordu, sonra da elindeki fallik nesneye saç diplerimde bir yer beğendi, ardından çok beğendiği resmi pilgisayarda dondurdu. Sonra aldı sazı eline.

- ne şampoan kullanıyoruz?
- fiiito bu aralar
- hmm marketten mi aldınız?
- yok marketten almadım (fakir miyim lan ben, amele miyim? sen daha phyto'yu bilmiyosun bi de bana artislik yapıyosun. )
- saçlarınız iyi görünüyooo ama şampuana alışamamış sanırım (köklerdeki kabartıları gösteriyor bana). yeni saç çıkışı vaaar, Revigen kullanırsanız acayip çıkar yani öyle böyle değil eksenli bi konuşma işte...

İyi de dedim elimde patlarsa nolcak, var mı bunun deneme boyu bişeysi. Bakayım. Bak bakalım. Yok, hepsini vermişiz. Sağlık olsun, parası neyse verirdik (beleşçi değilim beni anladın mı?). Bunu alın kullanıııın? Eee ya saçımı dökerse, ne bileyim iyi olduğunu? Bi ay kullanırsınız işte zaten bi iki kullanımda anlaşılmaz. Yabma ya? İviiit. İyi sar bakalım ordan bi tane, nabalım...

Bu tarz böyle eczane olsun, makyaj standı başında dinelen uzman olsun, cilt bakımı şeysi olsun ben bu kadınlardan korktuğum için genellikle ne derlerse yapıyorum. Al diyorlar alıyorum, ver diyorlar veriyorum. Yapmazsam bana üniversite öğrencisiymişim de zaten almamak üzere bakıyormuşum gibi davranıyorlar, nasıl olduğunu bilemezsin. Gerçi o ezikliği aştım artık biraz. Zaman zaman ay ben bunu da kullandıııım ama şöyle bişey arıyoruum yapıyorum ama hiç etkilenmiyolar biliyo musun? Sen istersen en daşhaklı marka malzeme kullanıyor ol, illa onun elindeki en iyisidir. Yahu sen de biliyosun ben de biliyorum bu konumlandırmayı, bu tartışmaya girmeyelim işte. Efendi gibi malını sat bir şey demiyorum ama benim kullandığım şeye bok atarsan ben bunu yer miyim? Senin o şeyi bana ittirmeye çalıştığını anlamaz mıyım? Marifeti neyse anlatırsın, ister alırım ister almam. Bir de deneme boyu isteyince bir ukalalaşmıyorlar mı yarabbim, dilenciyiz sanki. Ulan dalyarak sanki sihirli iksir satıyorsun, iksir bile olsa garantisi var mı? Ne bileyim bana iyi olacağını? Bi de bunu söyleyince iyice terbiyesizleşip "bi sorun yaşamazsınız" diyeni var, bi sorun yaşasam sanki mesulü sensin, sanki muhatabım sensin, allahallah.

Netice olarak bir adet sardırdığım bu Revigen'i bugün denedim, ve ilk yıkamada saçımı baştan çıkardı. Benim saçlar artık yımırta sarısı rengine mi, az çırpılmış yımırta kıvamına mı vuruldu bilmiyorum herifin köpükleriyle banyo giderine kaçtılar. Tutup çıkardım tabii ve derhal crom ölüleri say buyurdum. Ha bi de kız "günde 30 tel normal" demişti, 30 ölüden fazlası olsa gerek. Gerçi arada sayıyı tutturamadığı günler olmuştur, ortalamaya vursak 30'u geçmiyor şimdi o var. Böylece kensini gidip kızın kafasına atmaktan vazgeçtim.

7 Ekim 2009 Çarşamba

saç döktürmeme şampuanı dahi saçımı döker oldu


İş kozmetik krem pok püsüre gelince eşşekçe bir eşşek şansım var, aldıklarımın çoğu ya işe yaramaz ya da kariyerini başka bir alanda sürdürür. Mesela gün itibariyle kabullendim ki benim o site senin bu review benim araştırdığım, orda burda deşine deşine bulduğum Phyto nam çog bitkisel çog faydalı bir o kadar medikalimsi şampuanın üstelik de "Thinning Hair Women" modeli saçımı döküyor. Hem nası bi dökme biliyo musun, hani marketten aldığın şampuanla yıkar durularsın haşırt diye bir avuç saçı eline verir ya aynen öyle...

Şimdi tabii ben bilinçli tüketici olarak arkadaşı alır almaz sağına soluna son kullanma tarihine bi baktım. O konuda bir yanlış olmaz. Hatta süt olsa içilirdi, o derece tazeydi. Yani o tarihte yapılmış pastörize sütü içebiliyorduk, şampuanı kafama neden sürmeyeyimdi? Çünkü bir gıdımcık saçım var onu da gözüm gibi koruyorum yarabbi tarak açmazsa taramıyorum bile. "Canım sen biraz sakinleş öyle tararım acelesi yok balım" diyorum. Şekillendirici filan asla kullanmıyorum, banyoda diplerine masaj yapa yapa neazzikçe ovaraktan yıkıyorum fakat bana mısın demiyor ulan yine dökülüyor yine dökülüyor.

Saçımın tek derdi dökülmek olsa iyi, cansız, ince telli, az, uçları da böyle tüy tüy kabarıyor. Badem yağı sürdüm bikaç kere ama bi fayda göremedim. Yalnız Tresan Saç Toniği diye bir şey var, görüntüsünü acayip düzeltti. Bir ara ondan da bahsederim. Neticede en acil dert olarak dökülmeyi belirledim ve hedefe kilitlenerek Phytocyane adlı mödeli seçtim.

Phyto da bir Phyto ama, şampuan değil sanki nazlı bir pirenses, sanki narin bir kelebek. Bir kere kıvamı şampuan gibi değil bildiğin sıvı. Sıpsıvı, akışkan böyle su gibi. Eline döktün mü kelebek örneğinde belirtildiği üzere parmaklarının arasından kayıveriyor, öyle nazlı. Az az avuç içine alıp çap çap kafaya atacaksın, oradan da nazlı bir çay gibi akacak. Sürekli bir akıp gitme, bir terketme temayülünde. Ambalajı da bu kıvamda bir mamul için tercih edilebilecek en kötü ambalaj, metalden bir şişe. Hani lens çözeltisi de böyle su gibidir ama şişesi yımışak pilastiktir hop sıkılır akar, hop bırakılır hüpür diye sıvıyı geri çeker. Çeker ki biz şişeyi doğrultuncaya kadar içindeki akmaya devam etmesin, bilmem tarif edebiliyor muyum. Şimdi şişe metalden oldu mu sen nereye sıkıp bırakıyorsun? Eline dökeceksin, doğrulturken lelelele diye akmaya devam edecek, ağzı yüzü de böyle batacak, dışı yol yol şampuan olacak. Sinirlenip haydaa diye kafaya indirsen o da kötü, bunun fazlası zararsa yaldır yaldır döker saçlarını, ılgıt ılgıt, avuç avuç alırsın eline son gıdımı. Mecbur boğuşacaksın şişeyle.

Yo dostum.

Bu gidişe bir yerde dur demek üzre gittim Watsons'tan pompalı şişe aldım. Şişesiyle pompası ve içinde sabun/duş jeli ile alsam daha ucuza gelecekken çük kadar şişeye de gerenksiz bir para ödedim. Şampuanı içine doldurdum, doldururken de "şimdi ak tabi lok lok kodumun şampuanı seni" diye delirdim.

Kullanımdaki bu birtakım zorluklar sebebiyle pek istikrar gösteremediğimden ilk zamanlar acımasız davranmayayım dedim ve fakat ilk zamanlar bile kullandığım diğer şampuan olan Tresan, Phyto'nun eline vermekteydi. Her neyse. Pompalı şişenin de gazıyla 1-2 haftadır istikrarlı bir şekilde kullanır oldum bu arkadaşı. Sonucunda da babayı aldım. Şimdi yine acımasız davranmayayım diyorum, saçımı kestirdim çünkü. Saç kısalınca banyoda dökülenler eline geliyor, uzun olsa diğer tellerin arasına kaynar gider, tararken eline gelir. Nitekim yıkarken hiç saçım dökülmezken tararken avuç avuç elime alıyordum saçları, şimdi tarama olayı düzeldi Allah var. Peki bu şahane bir gelişme mi, bir improvement mı? Hayır. Peki bu adamın uzun vadede vaadettiği yok saçları güçlendiririm yok saç çıkarırım lafına ben güvenir miyim? Çok afedersiniz nah yarrak güvenirim.

Kör kuyularda kalasın Phyto, bir genç kızın duygularıyla oynadın. Amma inadım inat seni bitirene kadar kullanacam yine de, dünyanın parasını verdim çünkü. Ah ulan.

27 Eylül 2009 Pazar

atlas shrugged okuyorum

Okuyorum, okuyorum, içim şişiyor. Şiştikçe yazmak istiyorum ama öyle anlık şeyler ki, öyle anlık hezeyanlar ki kitap bittiğinde yazsam bir manası kalmayacak. Yazmasam içimde günden güne büyüyen bu laf yetiştirme isteği yüzünden kitaba konsantre olamayacaim. İçimi dökmem lazım. Okudukça dökmem, döktükçe okumam lazım...

Atlas Shrugged dediğime bakma Türkçe tercümesinden okuyorum oricinılından değil. Niye, çünkü abicim ben bunu serviste okumak için aldım. Günde 50 gidiş 50 dönüş aşşa yukarı 100km yol tepiyorum kolay değil. Bu esnada bir şeyler okumam lazım, ve onun kolay okunan bir şey olması lazım. (Şimdi nedir yani sen ingiliççe romanı kolay okuyamıyor musun, okuyorum canım ciğerim okuyorum ama anlamadığın laf olur, yazarın edebiyat kasası tutar bir chapter olur, orada küserim hayata, küserim romana diye cesaret edemedim. Kolaya kaçtım. Hobbit'i oricinıl okuyacam diye bir senemi verdim ben, yüzüklere düşman oldum o yüzden. ya.) Öte yandan okuduğum şeyin çok da boş beleş olmaması lazım, yoksa kolay okunur derken brain killer sülalesinden İsanın Kutsal Kasesi olsun, Haydi Evrene Mesaj Gönderelim olsun bir şeyler bulur onu okurdum, yapabilirdim.

Ayn Rand'ı da, Atlas'ı da sklememek gayet mümkün onu da söyleyeyim, zamanında ses getirmiştir fakat zamanının ötesinde bir metin değil. Yine de bu dediğim tarzdan boş beleş kefesine koymak pek tabii ayılık olur, bu da bir gerçek. Üstüne üstlük bir miktar felsefi de sayılabilir ancak metnin kendisini felsefi olarak nitelendirmek zor. Güzel tarafı da, fırsatçı pis kapitalistlerin tarafını tutuyor olması. Toplumun faydasını gözeten tipleri ise hep beceriksiz ve dangalak olarak tasvir edip nerde kötünde kurt kaynayan akıllı ama bi o kadar da fırsatçı, paragöz, işkolik bir adam var onu da öve öve bitirememesi metnin bir başka küt tarafı. Şöyle ki, kapitalist, kar gözeten, dini imanı para olan tipler "halkın da canı cehenneme canıım ordan havyarı uzatır mısın balım" tribinde değiller, sadece aman topluma fayda, aman diğer işletmecileri koruyalım kollayalım kafasındaki adamlar fazlasıyla dangalak. Bu bir yerden sonra insana çok batıyor ama kitabı 1960 senesinde okusan bu kadar batmazd. Zira o tarihlerde ne filmlerde ne romanlarda karakterlere boyut ekleyeyim aman onu çeşitlendireyim, iyi yönlerini kötü yönlerini, ruhsal gelgitlerini göstereyim tarzı gayretler göremiyoruz. Burada Nicholai Hel'in de 70'lerde çok ses getirmiş bir karakter olduğunu hatırlatırım. 70'ler neree, 1957 nere*. O yüzden Atlas Shrugged'ın bu özürünü görmezden geliyoruz çünkü kendisi daha büyük bir amaca hizmet ediyor, for the greater good, for the greater kapitalizim.

Bu resimde ise Ayn Rand'ı görüyoruz.

Benim bundan sonra yazacaklarım yer yer spoiler, bol miktarda karakter dedikodusu içeriyor. Görelim.

- Dagny Taggart ne sopa bi karakter lan? Yer yer içimden oha hayvan demek geliyor kensine. Dagny bence Ayn Rand'ın hayalindeki kendisi, hatta memleketini koyup gelip Yeni Dünya'nın ideolojisine saygı duruşlu kitap kazandıracak karakterde her kadının rüyası. Hırslı, çalışkan, duygusuz, manyak. o yee...

- Hank Rearden'la tanıştığımız o gece, karanlık gece, metal dökülüyor gökyüzüne kıvılcımlar yükseliyor filan, içimi sıkıntılar bastı o gece. Ayn Rand, sanayi, para, üretim aşığı bi insan sanırım ama sanayi tasviri tam Edebiyatçı işi. Yani bi insan hem sanayi olayını benimseyip hem de metale döküme bu derece romantik methiye düzemez. Döküm seyrederken yok ateşler gökyüzünde oynaştı da yok kor haline gelmiş metal geceye hayat verdi diye hislenmek benim aklıma gelmiyor, iş başka edebiyat başka.

- Rearden'ın yerinde olsam soyadımı değiştirir ailemi reddederim, hepsini tek tek çeker vururum ne bilim. Evet onlar da alabildiğine küt ve salak o karakterlerden. Her biri.

- Dönemin entel camiası öyle dangalak ki insan zekasının çaresizliğine bir saygı duruşu görüyor orada, saygıya durası geliyor. Nası tarif edeyim böyle Nihilist gibi ama her şeyi anlamış görmüş geçirmiş yarmış olduğundan değil, ezikliğinden. Ezik Nihilizmini bildin mi?

- İtiraf ediyorum kitabı bir süre Dagny kime verecek diye okudum. Aslan kapitalikler ezik sosyalikimsiler anafikrini kavramak zor değil zaten. Fakat oradan sonra yaklaşık bi 300-400 sayfa var sırf ilk kitapta, bi şeyler için meraklanmak şart, o da takdir edersiniz tren rayıydı, Rearden Metaldi olmuyor. Ne bilim Frisco'nun malı olsun performansı olsun, gizli amaçları falan bunlar da merak konusu.

- John Galt kim abi, ne demek John Galt var mı öyle biri?

- Burası spoiler olabilir. Hank Rearden'e yazık ya, adamın ahlakı alt üst oldu. Sonunda kendini intihar eder bu bi de. Çok püriten ahlak, haftada bir karıma yaklaşayım yeter kafası nereye kadar be Hank? Dagny'e bak da örnek al, bence siz fakbadisiniz ama 50lerde fakbadi diye bişey olmadığı için adını koyamıyosunuz. Bir de bence Hank bizim zamanımızda yaşasaydı ilk iş ve daima Dagny'nin ağzına verirdi. O zamanlar bu tarz kitaplarda yok tabi böyle şeyler, hem okuyucu hazır değil.

- Dagny'nin iş görünce aklını kaçırması, lokomotif motorlarına anlamsız hayranlıklar duymasından fenalık geldi arkadaş. Bir de sürekli gri giyiyor anladığım kadarıyla. O da neyse de insan yasak aşkıynan tatile çıkarken niye tayyör giyer bana onu anlat?

- Danneskjöld diye bi adam var, Francisco D'Anconia'yla bişeyler çevirebilir bunlar.

Logolar son derece şık olmuş kim yaptıysa

Böyleyken böyle, ilk kitabı bitirmeme az kaldı daha titreyerek silkinen Atlas'ların diyarına gelemedik. Benim bildiğim kitapta asıl üreten, üretimi düşünen kesimin bir nevi grev yaparak birdenbire işi bırakması durumu anlatılacak fakat daha Atlas'ın sırtına gökleri anca yükledik, "bi sn geliyorum" diye kaçması da ikinci kitap olsa gerek. Üçüncü kitapta Atlas'ın silkinmesi ve kısmetse intikamını görmeyi umuyorum. Hem Atlas diye biri yok aslında, o aslında bi fikir çaktın mı? Hehe...

*Atlas Shrugged ilk defa 1957'de yayınlanmış.

19 Eylül 2009 Cumartesi

kısa kısa - merak

- Bir dönem Türk filmlerinde epey meşhur bir isim olmasına rağmen Şermin adında birini ne duydum, ne böyle birisiyle tanıştım. Hiç kullanılmış mıdır acaba bu isim, kimseye verilmiş midir, değilse neden filmlerde vardır, gökten mi düşmüştür?

- Modadan fotoğraftan pek anlamıyorum, anlayan da nasıl yapıyor bilmiyorum ama moda fotoğrafçılarının merdivende poz verdirme olayı nedir aga? Ablayı merdivene oturt, bir ayak aşağı bir ayak yukarı ooo bacaklar da uzunmuş, çantayı iki basamak aşağı. Ya da ablayı yatır merdivene boylu boyunca, saçları ser basamaklara, yukardan bak. Alternoysan ablayı tersine yatır merdivene, kafa aşağıda bacaklar yukarda. Karl Lagerfeld bile yapıyor bunu, neden?

- Lost. Binbir türlü gizem filan ama ilk sezonda ölüleri gömdükleri kazma kürek nerden geldi ben hala onu merak ediyorum. Hatch yoktu daha, millet adayı ıssız sanıyodu yani bi yerde kürek görünce noliy la demedi mi bunlar? Ne bilim yani uçakta bulunası bir şey de değil ki, 56 parça safari bıçak takımı taşıyan var ama kazma kürek?

- Küçüklüğümden beri kaybolan eşyalarım nereye gider merak ederim. Nerde unuttum, başlarına ne geldi, aslında bir yerlerde duruyor da haberim mi yok?

- Hani yazarlar ya kah kitaplara, kah köşe yazılarına, kah bloglara "sağlam bir küfür savurdu". Hah o savrulan küfrü merak ederim ben hep, bir de neden savrulduğunu. Ben küfrü sadece edebiliyorum, adam savuruyor arkadaş? Ne kadar sağlam olduğunu da merak ediyorum aslında, ayağım kaysa refleks olarak hananısiğğ diyen bi adamım, o sabasağlam küfrü duyunca sarsılır mıyım acaba?

- Çubuk krakerin içinde ne var? Bildiğin Ülker çıbık kraker işte, nası bi lezzet bu ye ye doymuyorum doyamıyorum...

- Kaşar peynirinin o bodur silindir konfigürasyonu neden öyledir? Kullanımda hiçbir kolaylığı yok, keserken de illa ki eciş bücüş oluyor bir yerden sonra. Geometrik hesap yabmaktan kafam ısınıyor öyle böyle değil. İmalatın getirdiği bir mecburiyettir belkim derdim ama yok, gördüm nasıl yapıldığını. En son kazanda sıcak erimiş kaşar oluyor onu da yuvarlak kalıba koyuyorlar. Neden? Şöyle ağıza atmalık dilim ebatlarında kesilecek şekilde zopa gibi kaşar yapılsın, kek gibi kesip yiyelim onu. Neden yapılmıyor?

15 Eylül 2009 Salı

etkili insanların 35 alışkanlığı


1. Güne erken başlamak.
Şaka len şaka, etkili insan alışkanlığı filan yazmıyorum ama günün birinde etkili bi insan olursam şu erken kalkmanın bi sike derman olmadığını haykıracam cümle aleme. Sırf bu yüzden etkisi otoritelerce onaylanmış bir insan olmaya and içtim içecem (and içmek diye kan filan içiyolar dimi, tereddüt ettim o bakımdan).

Arkadaş sabah uykusunu sevmeyen insandan insan olur mu ya? Hayat damarları kopmuş onun... Ne tango, ne caz, ne peru seyahati verebilir o sabah uykusunun keyfini. Sen etkili insan ol, yok şu bu hobim var diye konuş, ondan sonra da "Her sabah saat 6da muhakkak kalkar sporumu yapar duşumu alırım. Güne ondan sonra başlarım" teheeey hacı naptın sen, ben şimdi senin hayattan zevk aldığına nası inanayım? Maaşlı çalışan mısın sabah 8de işinin başına gidiyosun? Hadi çok heyecanlısın gece boyunca işin başına yıkıldı mı onu merak ettin (bunu ben de yapabilirim, kendi işim olunca erken gitmek filan, çok atıp tutmayayım) sabah 6da kalkmak ne ulan? Deli mi zikti seni ne işin var o saatte ayakta?

Bi insan hem erken kalkıp hem de hayattan zevk aldığına inandıramaz beni. Çok uyumak demiyorum bak. Erken kalkmak. Kaç saat uyuduğum önemli değil abi 10 saat de uyusam bana 6da kalk dediler miydi akıl almaz bir kendine acıma durumunda buluyorum kendimi, hayatın yükü omuzlarıma biniyor, iş hayatına lanet ediyorum ve erken kalkılmayacak iş olsun çamurdan olsun diye abuk subuk alternatif kariyerler üretiyorum. Hayattan, kuşlardan, kitaplardan ve kurabiyeden dahi haz alamayacak halde oluyorum, tükeniyorum be...

6 Eylül 2009 Pazar

tarihin arka odasında oturdum pinekledim


Haber Türk'te Tarihin Arka Odası diye program var, bayadır ara ara takılıyorum buna cumartesileri. Murat Bardakçı'yı herkes Tarihçi sanıyor, o da Tarih gurusu gibi takılıyo ilginç bişey. Önceleri Murat Bardakçı'yla Tarihçi galiba bi amca yapardı bu programı, sonraları Pelin Batu eklemlendi bunlara, o da Tarihçi değil. Ama elinden geldiğince konuşuyor, arada efsaneler hikayeler anlatıyor. Şu anda kedilerle ilgili bi hikaye anlatıyor mesela, mavi tuvaletimsi bir şey giymiş, gözalıcı mavilikte şalı, boynunda beyaz boncuk kolyesi, inanılmaz derecede ninem topuzuyla çıkmış bu hafta ekranlara. Çoğunlukla ilginç şeyler giyiyor zaten, merakla takip ediyorum.

Ondan önce Kısa Devre diye bir şey vardı bilmemne kanalda, aynı gün aynı saatlerde, orda çıkardı Pelin Batu. Yanında da MorveÖtesi Harun, bir de adı Cem olan psikiyatr bir adam. Bi keresinde Mazhar Alanson gelmişti feci silkelemişti bu abiyi. Ondan bi zaman sonra Pelin Batu Tarihin Arka Odasına geçti, bu adamları görmez oldum. Kısa Devre sanırım yalan oldu. Yani Pelinim Batum olmadan iki sapın ekranlarda tutunabilmesi zordu sanırım. Ya da Alanson olayını atlatamamışlardı, bilemiyorum.

Pelinim Batu'yu sanırsam ilk defa bir Roll'da görmüştüm. Röportajı vardı sayfalarca, bilhassa çocukluğundan bahsettiği bölümleri çok ElifŞafaksal bulmuştum. Sonra işte birtakım müzik dinletilmiş kendisine, "aa, Radiohead değil mi bu? Evet biliyorum bu albümü, ben bilmemkaç yaşındayken çıkmıştı" gibi ileri geri konuşuyordu. Kanaatim şu oldu, ya bu Pelinim Batu boş değil emmeee çok sıkıcı lan, çekilmez biri adeta? Hani herkesin etrafında vardır böyle tipler, okuduğu, öğrendiği, biriktirdiği her şeyi depresyona çeviren bir makina gibi çalışırlar. Her türlü fikir ve sanat eserini kendi bunalımına yontar ve bunalımda bir Kafka, bir Edgar Allan Poe mertebesini hedeflerler. Aha işte onlardan dediydim. Bu fikrimi de kendime sakladım zira güzel kadınlar, çekici erkekler hakkında böyle laflar edeni ortamda çok pis göt ederler, kıskanıyösün derler. Ya Pelin Batum'dan daha alımlı ya da PelinimBatum'dan daha eğitimli/kültürlü olmaya uğraşacaktım, aksi takdirde kendisi hakkında konuşmama imkan yoktu. Ben de fikirlerimi kalbime gömdüm. Pelinim Batu hakkında fikir belirtebileceğim tek bir mutlak konu vardı, o da Ahmet Hakan'ın kendisine çakım çakım çaktığıydı. Buna da kimse kıskanıyorsun diyemezdi. Neyse...

Pelinim Batum'un eğitimi Tiyatrolu Felsefeli bir şeyler olsa gerek, hatırlamıyorum. İçinde Tarih yok, Tarih bilgisi menkıbe söylemekten ibaret. Başka türlü donanımı konusunda da kendisiynen sidik yarıştıracak halim yok, ne kırmızı rujuyla ne o buğulu sesiyle de yarışamam. Yarışmak istemem. Kalsın. Ahmet Hakan'ın kıllı suratını da istemem, o da kalsın. Ama bişey söylemem lazım bak bişey yazıcam, bunca şeyi de "kıskandın da ondan daşhak geçiyon kızla" demesinler diye yazdım. Boncuk kolyesinde de gözüm yok hayır.

Olay şu, kitap bakıyo bunlar. Kitaptaki figüre bakıyo ablam,

P.B.: hıhı... iki... kafalı... kartal...
Tarihçi abi.: çift başlı
P.B.: hııı... çift başlı...

Ne enstantane dimi ama?

(Nöt: Foto tarihinarkaodasi.blogspot.com adlı siteden. Blogu da varmış iyi mi?)

3 Eylül 2009 Perşembe

iş görüşmemesi


İzine çıkıp evde mal mal oturan dallamayı bildin mi, o benim işte. Dedim ramazan ramazan anacığımın babacığımın dizinin dibinde heh heh tabii biraz şartlar icabından biraz da vay tatile gideyim güneş altında yatayım sevdam olmadığından, evropa'nın muhteşem ortaçağ şehirlerinde daban dövmeye de şimdilik kendimi hazır hissetmediğimden böyle evde, kendimiz bi tatil hazırladım kendime, iyi de yapmışım. Madem tatilim var, sittimin işine gitmeyeyim de ne olursa olsun fikri de önemli bir motiv tabii.

Bi de neyi merak ettim biliyo musun, acaba dedim arada özler miyim dinlenince, dört elle sarılır mıyım işlere, bir çırpıda hözört diye bitirir olur muyum işleri?

Cevap veriyorum, hayır.

Aradan geçen zamanda farkettim ki işyerimi hiç özlemedim, bilakis time for a change beybi, üstelik gelmiş de geçiyor. Yaptığım şeyi seviyorum o ayrı, orada çalışmayı sevmiyorum sadece. İyice bir de sigerim moduna girmişim, işyerinde üslubum bi bakar mısın canım ciğerim, kuzuciğim kıvamına gelmek üzere. Zaten bir süredir yeni iş tekliflerine kucak açmış vaziyetteyim. İlgilenir misinizlerle ilgileniyorum, gerekirse ilanlara bir tek tıkla başvuruyorum, başvurmalara doymuyorum. O halde yarın görüşebilir miyizlere pek tabii diyorum. Hemen ardından saat kararlaştırılıyor, saat 6 ise kabul görmüyor "amaaa 6da mesaimiz bitiyöööör".

Lan? Sen daha demincek bana sormadın mı filanca yerde çalışıyor görünüyorsunuz, doğru mu diye, sen bana bu iş teklifini belki de hala kovulmamış olduğum için getirmiyor musun? Ben de senin mesai saatlerinde çalışıyor oluyorum, farkında değil misin bunun? Peki cumartesi? Maaaleseeef, cumartesi çalışmıyoruz. Peki iş görüşmelerini mesainiz sırasında mı yapıyorsunuz, işleriniz nasıl yetişiyor? Benim napmamı bekliyorsunuz, işyerimden hastayım ustayım diye izin alıp size koşmamı mı? Bunu yaptığımı bile bile, yarın size de yapacağımı bile bile istiyorsunuz bunu, ciddi ciddi sordum çünkü "istenen bu mudur" diye, evet buymuş.

Şimdilik bana bu tarz dallamatör taleplerle gelen işyerlerini pek kaale almıyorum, denk getirirsem yetkili filan, biraz haşlayabilirim. Tuzum kuru ya, hazır işim var, hani henüz açlıktan ağzım kokmadığı için istediğimi söyleyebilirim, coştukça coşabilirim. Gerçi gelip böyle hayda hoyda diye adam haşlayan elemanı kim ister şirketinde bilmiyorum, ben onları ister miyim onu da bilmiyorum. Belki birinin kafasına dank eder, belki üstümüzden bir kuş geçer diye yapacağım bunları. Kendimi toplumsal farkındalığın bir neferi addediyorum, misyon edindim durup dururken.

Aynı misyonun bir bölümünü de kısfmet olur da düzgün bi iş bulursam, ya da hayatıma bambaşka bir yön vermeye kesin karar verirsem istifa edeceğim mevcut işimin direği füdürüme atacağım tirada yükledim. Bu çalışmamda da söylenemeyenleri söylemek, dank ettirmek gibi bir amaç edindim, çok bir amaç insanıymışım gibi.

Şu an gaza gelip bu tiradı atıp istifa edebilir, iş görüşmelerini ibineliğine mesai sonu ya da haftasonuna aldırmaya çalışabilir, bu rahatlamanın getirdiği serbest düşüş etkisiyle yeni bir eve çıkabilirim. Çok sınırdayım bildiğin gibi değil, bir "aslında her şey biraz cesaretten ibaret, bak kapılar nasıl açılacak önünde bir bir" temalı römantik komedi bardağı taşıran son damla olabilir. Rica ediyorum ani hareket yapma.

28 Ağustos 2009 Cuma

my name is randy

My Name is Earl'de Earl'ün kardeşi var ya Randy, bu o Randy. Şöyle bir lafına denk geldim akşamile;

"I'm Randy, I live in a motel. I have three pair of pants and five shirts... That's pretty much everything about me."

Randy'ciğim burada kendini bir little brother bulma işi için tanıtıyor. Çocuk yuvası hesabı bir yer, çocukları bi abiyle eşleştiriyorlar oynasın etsin diye. Gerçekte var mı böyle bir şey bilmem tabii de, işte Randy de buraya kardeş edinmeye gidince kendini böyle anlatıyor. Kendisi aptallık konusunda adeta bir anıt, bir saygı duruşu. My Name is Earl'ün genel olayı da çoğunlukla fakirlik, aptallık üzerine zaten. Karakterlerin tamamı inanılmaz derecede aptal, inanılmaz derecede fakir, bir o kadar da kurnaz. Bizde şark kurnazlığı denen şeyin bi değişiği, waspçası. Aralarında bir tek Randy saf. Fakir, aptal ama kurnaz değil.

Sol baştaki arkadaş Randy. Canım benim.

Bir de değişik tarafı bizim bildiğimiz, filmlerde dizilerde gördüğümüz bahçeli iki katlı tahtadan evlerde oturan son derece orta sınıf Amerikan ailesi yok burda. Hani sanırsın ki en fakir Amerikalı bile yemyeşil çimenleri taze biçilmiş bakımlı bahçesi olan iki katlı bi evde yaşıyor, her çocuğun ayrı odası var falan, hah işte yalanmış o. Earl tayfası gayet motelde ve karavanda yaşayan, onun da en rezilinde, karavan parkın en pisinde takılıp düğündü partiydi olaylarını parkta yapan tiplerden oluşuyor. Karavanlarına haciz gelebiliyor, buzdolapları dökülüyor ve bulaşık makineleri yok. Bu acayip derecede fakir ve bir o kadar da aptal ama fırsatını buldu mu dolandırıcılık peşindeki enteresan tayfanın bütün komikliği de burdan çıkıyor.

Şimdi ben düşünüyorum bizim buralarda aynı böyle fakir, kafası pek de çalışmayan ama kendini de çok akıllı, çok kurnaz sanan bir insan güruhu yok mu, var.
Peki biz bunlarla dilediğimizce taşhak geçebiliyor muyuz?
Hayır
.
Neden peki?
Çünkü ayıp.
Aptallık ayıp değil ama aptallıkla alay etmek ayıp.
Zavallılık ayıp değil ama zavallılıkla alay etmek ayıp.
Zaafları yüze vurmak, bunların üzerinden komiklik yapmak kabalık.

Bi insanın aptallığıyla ancak o çok zenginse dalga geçebilirsin. Yani bu insan Şamdan'da filan çıkıyorsa ya da ünlüyse bi lafını alıp "ahahah salağa bak" diyebilirsin ama bilmemne varoşlardan gelme bi adamsa bunu yapamazsın, yazıkçılar kızar çünkü. Ne var yani onlar yapamaz mı onlar edemez mi onlar konuşamaz mı deyiciler türer, sonra hep beraber zavallılığa övgü düzülür. Pis abazan herifler gerzek gerzek sevgi aşk barış diye konuşurlar mesela, bi ağız tadıyla gerizekalı diyemezsin. Hayvanoğlu hayvan herifler bulunduğun mekanda türlü maymunluk yaparlar, bunlar varoşsa asla vay ayı diyemezsin. Sanki onun insan bulunan mekanda insan gibi davranmayı, kokmamayı, gürültü yapmamayı öğrenmemiş olması senin suçunmuş gibi amaYazıkODaEğitimAlsaydıböböböböbö deyiciler şaha kalkar, bi Ayşe Özyılmazel olursun insanların gözünde. Karıların kaosuna sesini çıkaramazsın, bu cahal ve gerizekalı topluluğun kadını da erkeği de ham birer ayıdır, ortak kullanım alanlarında etrafında insan bulunduğu bilinci gelişmemiştir ve fakat sen buna ses edemezsin. Çünkü yazık.

Bak şimdi ben de biliyorum bazı şeyler var dalga geçilmez. İnsanın elinde olmayan, değiştiremeyeceği şeyler, burnunun şekli mesela. Adamın ağzı böyle gözü böyle diye dalga geçemezsin, geçmemelisin çünkü onun sahibi adamın kendisi değil. Ama mallık, ayılık, vurdumduymazlık tam olarak bu adamın eseri. Ay yazııık kötü çevre kötü aile bikbikbik hayır efendim, niye o zaman aynı aileden çıkan beş çocuğun beşi bir olmuyor? Boktan çevreden düzgün adam çıkmıyor mu, gayet çıkıyor. Eee demek ki insanın karakteriyle, farkındalığıyla alakalı dimi bu. Hayvanoğlu hayvanlık, aptallık kader değildir. Basbayağı seçimdir. Ben de bu adamın kendi seçtiği zavallılıkla alay eder, hayvanlığına gönlümce saydırırım. Bana yazık diye gelmeyin, size de saydırırım.
(abi gerçekten sana demiyorum, sen alınma güzel abim)

bunları da bilelim

Related Posts with Thumbnails